Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Charles Bukowski
Pis Moruğun Notları
ÖNSÖZ
Bir yılı aşkın bir süre önce John Bryan kirada oturduğu iki katlı küçük evinin ön odasında yeraltı gazetesi AÇIK KENT'i başlattı. Sonra gazete o evin önündeki binaya, oradan da Melrose Bulva-rı'nın iş semtlerinden birine taşındı. Ama bir gölge düşüyordu yine de. Hem de iri ve kasvetli bir gölge. Tiraj yükseliyor ama yeterince reklam gelmiyor. Kentin öbür yakasında kurumsallaşmış L.A. Free Press var. Reklamlar onlara gidiyor. Bryan daha önce L.A. Ti-mes'da çalışıp tirajlarını 16.000'den üç katına yükselterek kendi düşmanlarını yaratmış zaten. Ulusal Ordu'nun gelişmesine katkıda bulunduktan sonra devrimcilere katılmak gibi bir şey. Bu savaş sadece AÇIK KENT ile FREE PRESS arasında yaşanmıyor elbette. AÇIK KENT'i okumuşsanız savasın çok daha geniş kapsamlı olduğunu biliyorsunuzdur. AÇIK KENT kodamanları hedef alır, en kodamanları ve ŞU ANDA sokağın ortasında yürüyen birkaç tane harbi kodaman var, üstelik öyle çirkinler ki bok herifler. Amerika'nın belki de en canlı gazetesi AÇIK KENT için çalışmak çok daha eğlenceli ve tehlikeli. Ama eğlence ve tehlike ekmek parasını çıkarmaya ve kedileri beslemeye yetmiyor.Bryan bir tür deli idealist ve romantik. Herald-Examiner'de çalışırken istifa etti, ya da kovuldu, ya da istifa etti ve kovuldu -ortalık iyice karışmıştı- çünkü Bebek İsa'nın çükünü ve hayalarını kamufle etmelerine karşı çıkmıştı. Çıkardıkları derginin Noel sayısının kapağı söz konusuydu. "Üstelik benim Tanrım değil, onların Tanrısı," demişti bana Joe Bryan.
İşte bu tuhaf idealist ve romantik AÇIK KENT'i yarattı. "Bizim için haftalık bir sütun yazmaya ne dersin?" dedi bir gün, kızıl sakalını kaşıyarak. Diğer sütun yazarlarını düşününce son derece kasvetli bir iş gibi gelmişti bana. Ama başladım, sütun olarak değil de A.E. Hotchner'ın Hemingway Baba üzerine yazdığı bir yazı ile. Sonra bir gün hipodrom dönüşünde daktilonun başına oturup PİS MORUĞUN NOTLARI başlığını attım, bir bira açtım ve yazı kendi başının çaresine baktı. The Atlantic Monthly dergisi için bir şey yazdığınızda hissettiğiniz gerilim, o kör jiletle yapılan özenli traşla-ma yoktu. Düz ve özensiz bir gazetecilik yazısı yazma gereksinimi de yoktu. Hiçbir baskı yoktu uzun lafın kısası. Pencerenin önüne otur, biranı iç ve bırak gelsin. Akmak isteyen her şey akıyordu. Ve Bryan hiçbir zaman sorun çıkarmadı. İlk zamanlarda ona yazımı veriyordum, şöyle bir göz gezdirip, "Tamam, bastık," diyordu. Bir süre sonra yazımı verdiğimde artık göz bile gezdirmez olmuştu; yazıyı çekmecesine koyup, "Bastık, ne var ne yok?" diyordu. Şimdi "Bastık," bile demiyor. Yazıyı veriyorum ve hiç konuşmuyoruz. Bütün bunların yazıya etkisi son derece olumlu oldu. Düşünün: aklınızdan geçen her şeyi yazma özgürlüğü. Çok iyi vakit geçirdim o yazıları yazarken ve çok da ciddi, bazen; ama haftalar ilerledikçe yazıların giderek güzelleştikleri duygusu hakimdi. Bunlar on dört ay boyunca yazılmış sütunlardan bir derleme.
Eylem açısından bakarsak şiire beş çeker bir kere. Şiirlerinizden biri kabul edilmişse ya basılması iki ile beş yıl arasında bir süre alır, ya hiçbir zaman basılmaz, ya da bazı dizeleri hiç değiştirilmeden daha sonra ünlü bir şairin şiirlerinden birinde beliriverir ve o zaman ne kadar boktan bir dünyada yaşadığımızı bilirsin. Şiirin suçu değil bu elbette; boktan insanların şiir basmaya ve yazmaya yeltenmelerinin bir sonucu sadece. Ama PİS MORUĞUN NOTLARI ile cuma veya cumartesi veya pazar günü biranı alıp daktilonun başına geçiyorsun, yazını yazıyorsun ve çarşamba günü yazı kente dağıtılmış. Hayatında ne benim ne de başkalarının şiirini okumamış insanlardan mektup alıyorum. Kapıma geliyorlar -fazla olmaya başladılar açıkçası- kapımı çalıp bana PİS MORUĞUN NOTLARI'nı çok sevdiklerini söylüyorlar. Berduşun teki yanında bir çingene ve karısı ile geliyor, oturup sabaha kadar içiyoruz. Newburgh şehirlerarası santralında çalışan bir kadın para yolluyor. İçkiyi bırakmamı, sağlıklı beslenmemi istiyor. Kendine "Kral Arthur" diyen ve Holly-wood'un Vine sokağında oturan bir kaçık arayıp sütunlarımı yazmamda bana yardımcı olmak istediğini söylüyor. Bir doktor çalıyor kapımı: "Ben psikiyatrım. Sana yardım edebileceğimi sanıyorum." Yolluyorum.
Bu derleme size iyi gelir umarım. Para yollamak istiyorsanız, eyvallah. Benden nefret etmek istiyorsanız, ona da eyvallah. Kasabanın demircisi olsaydım buna bulaşmaya cesaret edemezdiniz. Ama anlatacak pis öyküleri olan bir ihtiyardan başka bir şey değilim. Benim gibi, yarın ölmesi muhtemel bir gazete için pis öyküler yazıyorum işte.
Her şey o kadar tuhaf ki...Düşünün, Bebek İsa'nın çükünü ve hayalarını kamufle etmeye kalkışmasalardı şimdi bu kitabı okuyor olmayacaktınız. Öyleyse, mutlu olun.
Charles Bukowski.
PİS MORUĞUN NOTLARI
Orospu çocuğun teki paranın üstüne yatmış, herkes bütün parasını yutulduğunu iddia etmiş ve bu da pokerin sonu olmuştu; dostum Elf ile oturuyordum, çocukken kötü bir hastalık geçirmişti Elf. kuruyup büzülmüş, yıllarca yatakta yatıp lastik bir topu sıkmış, envai çeşit manyakça egzersizler yapmıştı ve bir gün yataktan kalktığında eniyle boyu bir olmuştu, yazar olmayı düşleyen gülen bir dev. ne var ki çok fazla Thomas Wolfe gibi yazıyordu ve Dreieser'i saymazsak Amerikan Edebiyat'ının en kötü yazarıydı T.Wolfe, ve Elf'in kulağına bir tane patlattım (hoşuma gitmeyen bir şey söylemişti) sehpanın üstündeki şişe devrildi, Elf ayağa kalkıp üstüme geldiğinde şişe elimdeydi, kalite skoç ve çenesi ile boynunun arasında bir yere isabet etti ve Elf yere yığıldı yine, içkiden bir yudum aldım, şişeyi sehpanın üstüne koydum; Dostoyevski'nin öğrencisiydim, karanlıkta Mahler dinlerdim ve tekrar üstüme geldiğinde sağ gösterip solumu hayalarına yerleştirdim, dengesiz bir şekilde elbise dolabının üstüne düştü, ayna kırıldı, aynı filmlerdeki gibi büyük bir gürültü çıkararak tuzla buz oldu ve Elf'in yumruğu alnımın ortasında patladı, arkamda duran iskemleye yığıldım, hasır gibi dümdüzoldu lanet şey, ucuz mobilya, ve başım gerçekten beladaydı çünkü ellerim küçüktür ve dövüşmekten hiç haz etmem, ama işini bitire-memiştim -aklını yitirmiş nefret dolu biri gibi vuruyordu, üç yiyi-yor bir vuruyordum, kötü üstelik, ama vazgeçmiyordu ve eşya kırılıyordu her yerde, korkunç bir gürültü ve birilerinin gelip bizi ayırmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu, ev sahibesi, polis, Tanrı, biri işte, ama kimse gelmedi ve gerisini hatırlamıyorum.
uyandığımda güneş doğmuştu, yatağın altındaydım, yatağın altından çıktım ve ayağa kalkabildiğimi keşfettim, çenemin altında derin bir kesik, ellerim morarmış, çok daha kötü akşamdan kalma-lıklar yaşamışlığım var. ve insan çok daha kötü yerlerde de uyanabilirdi, cezaevinde? belki, etrafıma baktım, gerçekti, her yer kırılmış, dökülmüş, parçalanmıştı -abajurlar, iskemleler, etajer, yatak, küllükler- kan revan, kendi halinde tek bir eşya bile kalmamıştı, her şey çirkin ve bitikti, bir bardak su içip etajere gittim, oradaydı: onluklar, yirmilikler, beşlikler, poker oynarken her çişe gittiğimde çaktırmadan etajerin çekmecesine fırlattığım bütün paralar, ve PARA ile ilgili kavgayı benim başlattığımı hatırladım, yeşillen topladım, cüzdanıma yerleştirdim, mukavva bavulumu çıkardım, çökük yatağın üstüne yerleştirdim ve pilimi pırtımı toplamaya başladım: işçi gömlekleri, tabanları delik sertleşmiş ayakkabılar, sert ve kirli çoraplar, gülmek isteyen çuvalvari pantolonlar, San Francisco Opera Salonunda .m biti kapmaya dair bir öykü, yırtık bir Thrifty Drugstore sözlüğü -"palingenesis: yaşam-tarihinde cedlerin evriminin özeti."
saat çalışıyordu, emektar çalar saat, allah uzun ömürler versin, kaç kez sabahın yedi buçuğunda akşamdan kalma uyanıp s.kmişim işi demek zorunda kalmıştım? S.KMİŞİM İŞİ! neyse, öğleden sonra dördü gösteriyordu, tam saati bavula koymak üzereydim ki, evet, elbette, kapım çalındı.
"NE VAR?" "BAY BUKOWSKI?" "EVET? EVET?"
"İÇERİ GİRİP ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORUM."
"HAYIR, BUGÜN OLMAZ. HASTAYIM."
"GEÇMİŞ OLSUN. AMA İZİN VERİN ŞU ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİREYİM, İKİ DAKİKA SÜRMEZ."
"HAYIR, HAYIR, ÇOK HASTAYIM. BENİ BU HALDE GÖRMENİZİ İSTEMİYORUM."
bu şekilde sürüp gitti, çarşafları değiştirmek istiyorum, olmaz, çarşafları değiştirmek işitiyorum, biteviye, ev sahibesi, ne vücut kadında. HAYKIRIYORDU her yeri. ben oraya taşınalı sadece iki hafta olmuştu, aşağıda bir bar vardı, ziyaretçim geldiğinde evde değilsem onlara, "aşağıda, barda, sürekli barda," derdi ve ziyaretçilerim, "aman allahım, moruk, ev sahibene hastayım," derlerdi.
ama iri, beyaz tenli bir kadındı ve o da Filipinliler'e hastaydı, vardı bir bildikleri bu Filipinliler'in; hiçbir beyazın hayal edemeyeceği numaralar biliyor olmalıydılar, benim bile; ama geniş kenarlı George Raft şapkaları ve vatkalı ceketleri ile neredeler şimdi o Filipinliler; hançerli çocuklar, modanın öncüleriydiler bir zamanlar; deri topuklar, yağlı ve tehlikeli suratlar -nereye kayboldunuz?
neyse, evde içecek hiçbir şey yoktu ve oturup saatlerce bekledim, aklımı kaçırmak üzereydim, diken üstünde, tırnaklarımı kemi-rerek oturdum orada, 450 dolar kolay para vardı cüzdanımda ve aşağı inip bir bira bile alamıyordum, karanlığı bekliyordum, ölümü değil, dışarı çıkmak istiyordum, son bir fırsat, sonunda kapıyı açacak cesareti buldum kendimde, zincir hâlâ sürülüydü ve biri bekliyordu dışarda, elinde çekiç bir Filipin maymunu, kapıyı açtığımda ağzındaki raptiyeleri çıkarıp çekicini havaya kaldırdı ve dışarıya açılan tek kapının bulunduğu birinci kata inen merdivenin halısını raptiyeliyormuş ayağına yattı, ne kadar sürdü bilmiyorum, aynı sahne yaşanıp duruyordu, her kapıyı açtığımda çekicini kaldırıp sırıtıyordu, bok maymunu, en üst basamaktan ayrılmıyordu, aklımı kaçırmak üzereydim, terliyordum, kokuyordum: sonra küçük daireler dönmeye başladı beynimin içinde, başım zonkluyordu. gerçekten delirmek üzere olduğumu düşünüyordum, gidip bavulumu aldım.hafitti, paçavradan başka bir şey yoktu içinde, sonra daktiloyu aldım, çelikten, portatif, bir zamanlar arkadaşım olan bir adamın karısından ödünç alınmış ve iade edilmemiş, insana güven veriyordu: gri, düz, ağır, kuşkulu, sıradan, gözlerim başımın arkasına kaydı ve zinciri sürgüden çıkardım; bir elimde bavul bir elimde çalıntı daktilo yaylım ateşin üstüne yürüdüm; elveda sabah güneşi, elveda yulaf kurabiyesi, buraya kadarmış.
"HEY! SEN NEREYE?"
küçük maymun tek dizinin üstünde doğruldu ve çekici havaya kaldırdı, o kadarı bana yeterdi -elektrik ışığının altında parlayan çekiç -bavulum sol elimde, portatif çelik daktilo sağ elimdeydi, duruşu mükemmeldi, dizimin hizasında, büyük dikkat ve öfke ile salladım daktiloyu, düz ve sert yan tarafı isabet etti, şakağına, kafatası-na, varlığına.
herşey ağlıyormuş gibi bir sessizlik şoku yaşandı, sonra kesildi, dışarda buldum kendimi,
kaldırımda, bütün o basamakları farkında olmadan inmiştim, sarı bir taksi, şanslı olmak diye buna derim.
"TAKSİ!"
atladım. GAR.
sabah havasında tekerleklerin vızıltısı iyi gelmişti. HAYIR, BİR DAKİKA, diye bağırdım. OTOBÜS TERMİNALİ.
"NEYİN VAR, BE ADAM?" diye sordu taksici.
"BİRAZ ÖNCE BABAMI ÖLDÜRDÜM!"
"BABANI MI ÖLDÜRDÜN?"
"İSA'YI BİLİR MİSİN?"
"TABİİ."
"GAZLA ÖYLEYSE: TERMİNAL!"
terminalde bir saat kadar oturup New Orleans otobüsünü bekledim, adamı öldürmüş muydum acaba? nihayet bavulum ve daktilomla otobüse bindim, daktiloyu kafama düşmemesi için üst rafın dibine yerleştirdim, bol içkili ve Fort Worth'lü bir kızılla hafif flört içeren bir yolculuk oldu. ben de Fort Worth'de indim, ama kızıl annesi ile yaşıyordu, bir oda tutmak zorunda kaldım ve bir genelevde
tuttum yanlışlıkla, sabaha kadar bağırıp çağırıyorlardı: "HEY! kaç para verirsen ver ONU bana sokamazsın!" sürekli sifon sesi. açılıp çarpılan kapılar.
kızıl hatun masum görünümlü hoş bir şeydi, daha iyi birini ha-kediyordu. neyse, donuna giremeden kasabadan ayrıldım, sonunda New Orleans'e vardım.
ama Elf. Elf'i hatırladınız mı: odamda dövüştüğüm adam. savaşta makineli tüfek ateşine yakalanıp öldü. son nefesini vermeden önce uzun zaman yatakta can çekişmiş, 3-4 hafta, ve gariptir, bana "orospu çocuğunun tekinin parmağını makineli tüfeğin tetiğine koyup beni ikiye böldüğünü farzet?" diye sormuştu.
"o zaman senin hatan."
"senin lanet bir makineli tüfek tarafından ikiye bölünmeyeceğini biliyorum."
"son derece yerinde bir tespit, Sam Amca'nın makineli tüfeklerinden biri ancak."
"yeme beni! ülkeni sevdiğini biliyorum, gözlerinde görebiliyorum! sevgi, gerçek sevgi! vatan sevgisi!"
işte bu yüzden çakmıştım ilk yumruğu.
hikayenin gerisini biliyorsunuz.
New Orleans'e vardığımda genelev olmadığından emin olduğum bir yerde bir oda tuttum, her ne kadar bütün kent genelevinden farksızdıysa da.
---
7-1 kaybetmiş, maçtan sonra büroda oturuyorduk; beysbol mevsiminin ortasındaydık ve lig sonuncusuyduk. Mavi'lerin menajeri olarak son mevsimimi yaşadığımı biliyordum, ihtiyar Henderson masanın çekmecesinden cep viskisini çıkardı, bir yudum aldı ve şişeyi bana uzattı.
"bütün bunlar yetmiyormuş gibi," dedi Henderson, "iki hafta önce .m biti bile kaptım, iyi mi?""hay allah, üzüldüm patron."
"yakında bana patron diyemiyeceksin."
"biliyorum, ama hiçbir menajer bu takımı sonunculuktan kurtaramaz," dedim viskinin üçte birini dikerek.
"daha da kötüsü," dedi Henderson, "bana .m bitini bulaştıran karım sanıyorum."
ne diyeceğimi bilemediğim için hiçbir şey demedim.
büronun kapısı hafifçe vuruldu, sonra açıldı, sırtına kağıttan kanatlar yapıştırmış bir kaçık belirdi.
on sekiz yaşlarındaydı. "takıma yardım etmek için burdayım," dedi.
kağıttan kocaman kanatları vardı, tam bir kaçık, ceketine delikler açıp kanatlan sırtına yapıştırmış ya da bağlamıştı, yapmıştı bir şekilde.
"bana bak," dedi Henderson, "s.ktir olup gider misin burdan lütfen? saha içinde yaşadığımız komedi bize yeter, yeterince gülünç duruma düştük, şimdi dışarı çık!"
oğlan uzanıp şişeyi aldı, bir fırt çekti, şişeyi tekrar masanın üstüne koydu ve "Bay Henderson, ben dualarınızın karşılığıyım," dedi.
"evlat," dedi Henderson, "içki içecek yaşa gelmedin henüz."
"göründüğümden daha yaşlıyım," dedi çocuk, "bende seni biraz daha yaşlandıracak bir şey var!" dedi Henderson ve masanın altındaki düğmeye bastı. Boğa Kronkite demekti bu. Boğa'nın bugüne kadar birini öldürdüğünü söyleyemem ama seninle işi bittiğinde ölmüş olmayı dilerdin, içeri girdiğinde kapının menteşelerinden birini söküyordu az kalsın.
o aptal ve uzun parmaklan kasılırken etrafına bakıp, "HANGİSİ PATRON?" diye sordu.
"kağıttan kanatları olan serseri," dedi Henderson.
Boğa çocuğun üstüne gitti.
"dokunma bana," dedi kağıt kanatlı oğlan.
Boğa çocuğa saldırdı ve size YEMİN EDİYORUM, oğlan odanın içinde UÇMAYA başladı! Odanın içinde kanat çırpıyordu, ta-
vana yakın. Henderson ve ben aynı anda şişeye uzandık ama Henderson benden hızlı davrandı. Boğa dizlerinin üstüne çöktü.
"CENNETTEKİ EFENDİMİZ, ACI BANA! BİR MELEK! BİR MELEK!"
"salaklığın alemi yok," dedi melek kanat çırparak, "melek filan değilim ben. Mavi'lere yardım etmek istiyorum, hepsi bu. kendimi bildim bileli koyu bir Mavi taraftarıyım."
melek ya da her ne idiyse iskemlenin üstüne kondu. Boğa çocuğun ya da meleğin ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp ayaklarını öpmeye başladı.
Henderson yüzünde tiksinti ifadesi ile öne eğilip Boğa'nın yüzüne tükürdü: "s.ktir git, pis sapık! hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!"
Boğa yüzünü silip sessizce dışarı çıktı.
Henderson masasının çekmecelerini karıştırdı.
"allah kahretsin, burda bir yerde boş bir sözleşme olduğunu sanıyordum!"
sözleşmeyi ararken bir şişe viski daha buldu, çıkarıp masanın üstüne koydu, şişeyi açarken oğlana baktı:
"falsolu toplara vurabilir misin? vuruşların nasıl?"
"bu sorunun cevabını biliyorsam allah belamı versin," dedi kanatlı oğlan, "bildiklerim gazetede okuduklarımdan ve televizyonda gördüklerimden ibaret, ama koyu bir Mavi taraftarıyım ve bu mevsim size çok acıdım."
"saklanıyor muydun? nerde? kanatları olan biri Bronx'da bir asansörde bile saklanamaz! nedir senin sırrın? geçimini nasıl sağladın?"
"sizi ayrıntılarla yormak istemem, Bay Henderson."
"adın ne senin evlat?"
"Jimmy. Jimmy Crispin. Kısaca J.C"
"hey, benimle kafa mı buluyorsun?"
"yo, hayır, Bay Henderson."
"el sıkışalım öyleyse."
el sıkıştılar."Tanrım, ellerin BUZ gibi! yemek yedin mi son zamanlarda?"
"saat dört sularında kızarmış patates ile tavuk yedim, bir de bira içtim."
"şişeden bir yudum al, evlat."
Henderson bana döndü. "Hailey?"
"evet?"
"yarın sabah onda takımı tam kadro sahada istiyorum, istisna yok. atom bombası bir, bu çocuk iki. şimdi hepimiz bu odadan çıkıp uyumaya gidelim, yatacak yerin var mı, evlat?"
"elbette," dedi J.C ve merdivenden aşağı uçup bizi orada bıraktı.
sahada sıkı güvenlik önlemleri alıp içeri kuş uçurtmadık, sadece takım, oyuncular akşamdan kalmalıkları ile kanatlı çocuğu gördüklerinde halkla ilişkiler numarası sandılar, takım sahaya yayıldı ve oğlan vuruş yerine geçti, ama oğlan topu üçüncü kalenin çizgisine doğru hafifçe yuvarlayıp birinci kaleye UÇTUĞUNDA görmeliydiniz o kan çanağı gözleri, üçüncü kalenin kalecisi topu yollaya-madan ikinci kaleye uçmuştu bile.
sabahın onunda gözlerini kırpıştırıp duruyordu herkes, güneş. Maviler gibi bir takımı tutmak için zaten deli olmak gerekirdi, ama bu kadarı da fazlaydı.
sonra atıcı vuruş yerine gelen oyuncuya topu atmak üzereyken J.C. üçüncü kaleye uçtu! jetten farksızdı! kanatlarını göremiyordu-nuz, o sabah iki alka seltzer almış olsanız bile. top atıcıya geldiğinde oğlan sayıyı tamamlamıştı bile.
oğlanın sahanın tamamını savunabildiğim keşfettik, uçuş hızı muazzamdı! iki dış saha oyuncusunu iç sahaya kaydırdık, böylece birinci ve ikinci kalede ikişer oyuncumuz oldu. bütün paspallığımı-za rağmen müthiş bir takım olmuştuk.
o gece Jimmy Crispin ile ilk maçımıza çıkacaktık.
eve varır varmaz ilk işim Bugsy Malone'u aramak oldu. "Bugsy, Maviler'in şampiyon olma olasılığı ne?"
"yok öyle bir olasılık, bire on bin bile versek Maviler'e oynayacak bir salak bulamayız."
"bana kaç verirsin?"
"ciddi misin?"
"evet."
"bire iki yüz elli. bir dolar oynamak istiyorsun, bu mu derdin?"
"bin!"
"bin mi! bir dakika! iki saat sonra arayacağım seni."
bir saat kırk beş dakika sonra telefon çaldı, "pekala, bahis geçerli, bin dolar her zaman işime yarar."
"sağol, Bugsy."
"bir şey değil."
o ilk maçı asla unutamam, taraftarı sahaya çekmek için şirinlik yaptığımızı sanmışlardı, ama Jimmy Crispin'in havalanıp yerden beş metre yükseklikteki sayı vuruşunu tutuşunu gördüklerinde işin rengi değişti. Bugsy her ihtimale karşı maçı izlemeye gelmişti, ben de onu izliyordum. Jimmy Crispin havalanıp topu tuttuğunda beş dolarlık purosu ağzından düştü, ama kanatlı birinin beysbol oynamasını engelleyecek bir madde yoktu, hayalarından yakalamıştık onları, hem de nasıl, o maçı kolay kazandık. Crispin dört sayı kaydetti, onlar tek sayı bile kaydedemediler.
ve sonraki maçlar, tribünlere iğne atsan yere düşmezdi, uçan bir adam görmek gelmeleri için yeterli nedendi, ama lig sonuncusu olmamız ve mevsimin kapanmasına az bir süre kalmış olması da onları stada çekiyordu, ahali geriden kopup gelen atları sever. Maviler tam gaz geliyordu, bir mucize yaşanıyordu.
LIFE dergisinden söyleşiye geldiler. TIME. LIFE. LOOK, oğlan hiç bir şey söylemedi onlara, "tek isteğim Maviler'in kupayı aldıklarını görmek," dedi. o kadar.
yine de zordu ama, matematiksel olarak ve bir masal kitabının sonu gibi her şey ligin son maçına kilitlendi; Kaplanlar'la puanlarımız eşit, liderliği paylaşıyoruz, maçı alan kupayı da alıyor. Jimmy takıma katıldıktan sonra tek maç kaybetmemiştik ve 250.000 dola-ra iyice yaklaşmıştım, ne menajerdim ama!
O son maçın oynanacağı gece büroda oturuyorduk, ihtiyar Henderson ve ben. ve merdivende bir gürültü koptu, sonra biri yığıldı odanın içine, zom. J.C. kanatları gitmişti, kökleri duruyordu sadece.
"kanatlarımı testere ile kestiler, orospu çocukları! otel odasında yanıma bir kadın soktular, ne kadın! ne yavru! acayip içirdiler, duble duble! kaltağın üstüne çıktım ve KANATLARIMI KESMEYE BAŞLADILAR! dondum kaldım! boşalamadım bile! ne maskaralık! ve herif durmadan puro içiyor, arka tarafta kıkırdayıp duruyordu... -tanrım, ne kadın, ve işi bitiremedim... lanet olsun..."
"bir kadının yaktığı ilk adam sen değilsin yavrum, kanama var mı?" diye sordu Henderson.
"hayır, sırf kıkırdaktı zaten, ama çok üzgünüm, Maviler'i hayal kırıklığına uğrattım, çok kötü hissediyorum kendimi, çok kötü."
o kendini kötü hissediyordu! ben 250.000 dolardan olmuştum.
masanın üstündeki şişeyi bitirdim. J.C. oynayamayacak kadar sarhoştu, kanatlı ya da kanatsız. Henderson başını masanın üstüne koyup ağlamaya başladı, alt çekmecede silahını buldum, ceketimin cebine koyup aşağı indim, stada girdim, şeref tribününe doğru yürüdüm. Bugsy Malone ve yanındaki harikulade kadının oturduğu locanın tam arkasındaki locaya oturdum. Henderson'ın locasıydı ve Henderson ölü bir melekle ölümüne içiyordu, o locaya ihtiyacı yoktu artık, takımın da bana. kulübeye telefon edip başlarının çaresine bakmalarını söylemiştim.
"selam, Bugsy," dedim.
maç bizim sahamızda oynandığı için ilk onlar hücum ediyorlardı.
"orta sahada oynayan adamın nerde? göremiyorum." dedi Bugsy beş dolarlık purolarından birini yakarak.
"orta sahada oynayan adamım senin üç dolar elli sentlik Sears-Roebuck testeren sayesinde cennete döndü."
güldü Bugsy. "şeytana pabucunu ters giydiririm ben. bu yüzden bugün bulunduğum yerdeyim."
"bu şahane kadın kim?" diye sordum.
"ha, bu Helena. Helena, bu Tim Bailey, beysbol tarihinin en kötü menajeri."
Helena bacak denen o naylon şeyleri birbirinin üstüne attı ve Crispin'i her şey için bağışladım.
"memnun oldum, Bay Bailey."
"ben de."
maç başladı, eski günler geri gelmişti. 7. bölüme gelindiğinde 10-0 gerideydik. Bugsy'nin keyfine diyecek yoktu, hatunun bacaklarını okşuyor, sık sık sokulup bir şeyler mırıldanıyordu, dünya cebindeydi, bana dönüp beş dolarlık bir puro uzattı, yaktım.
"senin oğlan melek miydi gerçekten?" diye sordu pis pis sırıtarak.
"ona kısaca J.C diye hitap etmemizi istemişti, ama biliyorsam al-lah belamı versin."
"insan ne zaman yolu kesişse Tanrı'yi altediyor galiba," dedi.
"bilmiyorum," dedim, "ama bildiğim bir şey varsa o da bir adamın kanatlarını kesmenin hayalarını kesmekten farksız olduğu."
"olabilir, ama bana sorarsan dünyayı güçlüler döndürür."
"ya da dünyayı ölüm durdurur, hangisi sence?"
cebimden silahı çıkarıp ensesine dayadım.
"tanrı aşkına, Bailey! kendine gel! varımın yoğumun yarısı senin! hayır, tamamı senin-kadın da. yeter ki o silahı ensemden çek!"
"öldürmeyi güçlü olmak sanıyorsan bir de şu gücün tadına bak!"
tetiği çektim, korkunçtu, bir luger. beyin parçaları ve kan saçıldı her yere: üstüme, kadının naylon bacaklarına, elbisesine...
bizi oradan çıkarıncaya kadar oyuna ara verdiler -Bugsy'nin cesedi, kadın ve ben. sonra maçı tamamladılar.
Tanrı'nın İnsan'a üstünlüğü; İnsan'ın Tanrı'ya üstünlüğü, her şey bu kadar hasta iken annenin çilek kompostosu.
maçın sonucunu ertesi gün hücremde, gardiyan bana gazeteyi verdiğinde öğrendim;
"MAVİLER 14. BÖLÜMDE ŞAHLANDI, 12-11. MAÇ VE KUPA MAVİLER'İN."
hücrenin penceresine gittim, yerden sekiz kat yüksekteydim, ga-zeteyi top yaptım, parmaklıkların arasından sokup fırlattım ve yere doğru inerken seyrettim, açıldı, kanatları vardı sanki, s.kmişim kanatlan, açık bir kağıt parçası nasıl süzülürse öyle süzüldü, o dokunamadığım beyaz mavi dalgalara doğru. Tanrı İnsan'ı her seterinde altediyordu, her ne idiyse Tanrı -lanet bir makineli ya da Klee'nin bir tablosu, neyse, o naylon bacaklar başka bir budalanın beline dolanıyorlardı şimdi. Malone bana iki yüz elli bin dolar borçluydu ve ödeme yapamıyordu, kanatlı J.C. kanatsız J.C. J.C çarmıhta, ben ise hâlâ hayattaydım ve hücrenin arkasındaki kapaksız oturağa oturup sıçmaya başladım, eski beysbol menajeri, ve hafit" bir rüzgâr esti parmaklıkların arasından.
---
sıcaktı içerisi, piyanonun basma oturup piyano çalmaya başladım, bilmiyordum piyano çalmayı, tuşlara vuruyordum sadece, birkaç kişi kanepenin üstünde dans etmeye başladı, sonra piyanonun altına baktım ve yere uzanmış bir kız gördüm, eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı, bir elimle çalarken uzanıp öbür elimle kızı elledim, ya kötü müzik ya da ellenmiş olmak kızı uyandırdı, piyanonun altından çıktı, kanepenin üstünde dans edenler dans etmeyi kestiler, kanepeye uzanıp on beş dakika kestirdim, iki gün iki gecedir uyu-mamıştım. sıcaktı içerisi, sıcak, uyandığımda kahve fincanlarından birine kustum, fincan dolduğunda bir kısmını kanepeye saldım, biri koşup büyük bir tencere getirdi, tam zamanında, boşalttım, ekşi. her şey ekşiydi.
kalkıp banyoya girdim, iki çıplak adam vardı içerde, birinin elinde traş kremi ile traş fırçası vardı, diğerinin kamışını ve hayalarını fırçalıyordu.
"sıçmam gerek," dedim onlara.
"sıç öyleyse," dedi fırçalanan, "bizimle ne ilgisi var?"
oturdum.
fırçalayan adam fırçalanana, "Simpson'un Klüp 86'dan kovulduğunu duydum," dedi.
"KPFK," dedi fırçalanan, "Douglas Aircraft, Sears Roebuck ve Thrifty Drugs'dan daha çok adanı atıyorlar, bir yanlış sözcük, küstahça bir cümle ve kapıdasın. KPFK'da yeri sağlam tek kişi Elliot Mintz'dir -o da çocuk akordeonu gibidir: neresinden sıkarsan sık aynı sesi verir."
"şimdi dene," dedi elinde fırça olan.
"neyi deneyim?"
"sertleşinceye kadar kamışını sıvazla."
iri bir tane bıraktım.
"tanrım!" dedi elinde fırça olan, ama fırça elinde değildi artık, lavaboya fırlatmıştı.
"ne oldu?" diye sordu öteki.
"seninkinin başı çekiç gibiymiş!"
"bir kaza geçirdim de. o yüzden."
"keşke ben de öyle bir kaza geçirseydim."
bir tane daha bıraktım.
"hadi."
"ne hadi?"
"iyice arkaya yaslanıp bacaklarının arasına yerleştir."
"böyle mi?"
"evet."
"şimdi ne yapacağım?"
"göbeğini aşağı indir, ileri »eri sürt. bacaklarını iyice bitiştir, evet, böyle! kadına ihtiyaç duymayacaksın artık!"
"Harry, yerini tutmaz! kafa mı buluyorsun benimle?"
"zamanla kaparsın! göreceksin!"
kıçımı sildim, sifonu çektim ve dışarı çıktım.
buzdolabına gidip bir kutu bira aldım, iki kutu bira aldım, ikisini de açıp birincisine başladım. Kuzey Hollywood civarında bir yerde olduğumu tahmin ediyordum, başına kırmızı bir kask geçirmiş sakalı iki metre uzunluğunda birinin karşısına oturdum, iki gündür son derece parlak ve enerjikti ama aldığı hapların etkisi geçmiş, mazotu bitmişti, uyku safhasına gelmemişti henüz ama, hüzünlü ve boş safhadaydı, birilerinin bir cigaralık sarmasını ümit ediyordu belki de, kimseden bir şey çıkmıyordu ama.
"Koca Jack," dedim.
"Bukowski, bana kırk dolar borçlusun," dedi Koca Jack.
"bak, Jack, gecen gece sana yirmi dolar verdiğime dair bir his var içimde, sana bir yirmilik verdiğimi hatırlıyorum."
"ama hatırlamıyorsun, değil mi Bukowski? çünkü sarhoştun, Bukowski, bu yüzden de hatırlamıyorsun."
ayyaşlardan hoşlanmazdı Koca Jack.
sevgilisi Maggy yanındaydı, "ona yirmi dolar verdiğin doğru," dedi, "ama içki almasını istediğin için. gidip sana içki aldık, paranın üstünü de verdik."
"pekala, ama nerdeyiz? Kuzey Hollywood'da mı?"
"hayır, Pasadena'da."
"Pasadena mı? inanmıyorum."
insanların koca bir perdenin arkasına geçip kaybolduklarının farkındaydım. kimi on ya da yirmi dakika sonra dönüyor, kimi hiç dönmüyordu. 48 saattir sürüyordu bu iş. ikinci birayı içtim, kalktım, perdeyi çekip içeri girdim, çok karanlıktı içerisi ama ot kokusu aldım, ve g.t. orada durup gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim, erkekti çoğu. birbirlerinin kıçını yalıyorlardı, köklüyorlardı. bana göre değildi, jimnastik takımı paralel barda sıkı bir çalışma yaptıktan sonra salon nasıl kokarsa öyle kokuyordu içerisi, bir de ekşi sperm kokusu, öğürdüm, açık tenli bir zenci geldi yanıma.
"hey, Charles Bukowski değil misin sen?"
"evet," dedim.
"hey! bu büyük bir şeref benim için! ÖLÜ ELDEKİ ÇARMIH'ı okudum. Verlain'den sonra gelmiş geçmiş en büyük şair olduğunu düşünüyorum!"
"Verlaine mi?"
"evet, Verlaine!"
uzanıp hayalarımı kavradı, elini ittim.
"sorun ne?"diye sordu.
"şimdi değil yavrum, bir arkadaşımı arıyorum." "oo, özür dilerim..."
uzaklaştı, bir süre etrafıma bakındım, çıkmak üzereydim ki uzak bir köşede duvara yaslanmış oturan bir kadın gördüm, bacakları açıktı ama düşte gibiydi, pantolonumu ve şortumu indirdim, iyi görünüyordu kadın, soktum.
"ah," dedi, "çok güzel! öyle eğiksin ki! zıpkın gibi!"
"çocukken bir kaza geçirdim, üç tekerlekli bisikletten düştüm."
"aaahhhh..."
iyice kaptırmıştım ki biri arkadan bana değdirdi. flaşlar patladı gözümde.
"hey, ne S.KİM iş bu!" uzanıp çıkardım lanet şeyi. herifin kamışı elimde orada durmuştum, "ne yaptığını sanıyorsun arkadaşım?" diye sordum.
"bak, dostum," dedi, "bu oyun bir deste kağıtla oynanır, oyunu oynamak istiyorsan eline katlanacaksın."
şortumu ve pantolonumu çekip dışarı çıktım.
Koca Jack ile Maggy gitmişlerdi, birkaç kişi yerde sızmıştı, gidip bir bira daha aldım, birayı içtim ve evden çıktım, tepe ışığı açık bir ekip otosu gibi çarptı güneş, külüstürü başkasının park girişine park edilmiş buldum, sileceğinin altında da park cezası, çıkabilecek kadar mesafe vardı yine de. herkes ne kadar ileri gidebileceğini biliyordu, iyiydi.
benzinlikte durdum, pompacı Pasadena otoyoluna nasıl çıkacağımı tarif etti. eve vardım, ter içinde, dudaklarımı ısırdım uyanık kalabilmek için. Arizona'daki eski karımdan mektup vardı posta kutumda.
"...zaman zaman kendini yalnız hissedip bunalıma girdiğini biliyorum, kendini yalnız hissettiğinde Bridge Kulübe git. ordaki insanları seveceğini sanıyorum, bazılarını en azından. Unitarian Kili-sesi'ndeki şiir dinletilerine de gitmelisin..."
açtım sıcak suyu, doldurdum küveti, soyundum, bir bira buldum, yarısını içtim, kutuyu küvetin kenarına yerleştirdim ve kendimi suya bıraktım, traş sabunu ile traş fırçasını aldım ve aleti sabunlamaya başladım.Kerouac'ın adamı Neal C'yi, Meksika raylarına ölmeye yatmaya gitmeden birkaç gün önce tanıdım, gözleri yüzünden fırlamak istiyorlardı sanki, başım müzik kolonuna dayamış sıçrıyor, yerinde koşuyor, göz süzüyordu ve beyaz bir tişört vardı üstünde, guguk kuşu gibi ötüp müziğe eşlik ediyordu, gösterinin lideriymiş gibi çok hafif gerisinde nabzın, biramla oturup onu seyrettim, iki altılık getirmiştim. Bryan sürekli basılıp kapatılan o gösteri ile ilgili bir haber yapmaları için iki kişiyi görevlendirmişti, onlara fotoğraf makinesi için film veriyordu, o Frisco şairinin yazdığı gösteri ne oldu gerçekten, şairin adını unuttum, neyse, kimse Neal C.'nin farkında değildi ve Neal C. umursamıyordu, ya da umursamıyormuş gibi yapıyordu, şarkı bittiğinde gazete için çalışan çocuklar gittiler ve Bryan beni efsane Neal C. ile tanıştırdı.
"bir bira almaz mısın?" diye sordum.
Neal paketten bir şişe çıkardı, havaya fırlattı, yakaladı, kapağını açtı ve şişeyi iki dikişte bitirdi.
"bir tane daha al."
"eyvallah."
"ben de kendimi sıkı biracı sanırdım."
"ben o genç ve bıçkın kodes çocuğuyum, yazılarını okudum."
"ben de seninkileri okudum, su banyonun penceresinden dışarı tırmanıp çırılçıplak çalılıklara saklanma ile ilgili olan. iyiydi."
"evet." birayı dikti, asla oturmuyordu. geziniyordu sürekli, biraz hesaplıydı hareketliliği, ölümsüz ışık, ama nefret yoktu içinde, keriz gibi Koreuac'ın oltasına tekrar tekrar gelip ısrarla zokayı yuttuğu için sevmek istememene rağmen seviyordun onu. Neal'in iyi biri olduğunu biliyordun, hem başka bir açıdan baktığında Jack bir kitap yazmıştı alt tarafı, Neal'in annesi değildi, celladıydı sadece, isteyerek ya da istemeyerek.
odanın içinde dans ediyor, uçuyordu, yaşlı görünüyordu yüzü, buruk, ama bedenen on sekizinde bir delikanlıydı.
"şansını denemek ister misin. Bukowski?" diye sordu Bryan.
"evet, var mısın, koçum?" diye sordu bana Neal.
yine. nefretin zerresi yok. oyunun akışı içinde.
"hayır, sağol. gelecek Ağustos'da kırk sekizime basacağım, son dayağımı yedim."
onunla baş edemezdim.
"son ne zaman gördün Kerouac'ı?" diye sordum.
1962 ya da 1963 dedi yanılmıyorsam, her neyse, uzun zaman olmuştu.
Neal ile birada kafa kafaya gittik, çıkıp bir altılık daha aldım, büroda iş bitmek üzereydi, Neal Bryan'da kalıyordu. Bryan beni yemeğe davet etti, "olur," dedim, çakır keyif olduğum için başıma gelecekleri düşünemedim.
dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu, yollan iyice kayganlaş-tıran cinsten bir yağmur, hâlâ olacakların farkında değildim, arabayı Bryan sürecek zannediyordum, ama Neal geçti direksiyona, arka koltuktaydım en azından. Bryan oturdu öne. ve yolculuk başladı, o kaygan caddelerde fişek gibi gidiyordu ve tam köşeyi geçtik derken Neal sağa ya da sola dönmeye karar veriyordu, park etmiş arabaları yalayarak, mesafe saç teli kadar ince, ancak o şekilde tarif edilir, milimetrik bir hata sonumuz demekti.
arabaları yaladıktan sonra her seferinde, "yok ebenin .mı," gibi saçma sapan bir şey söylüyordum ve Bryan bir kahkaha atıyordu ve Neil sürüyordu, ciddi değil, neşeli değil, müstehzi değil, orada sadece -doğru zamanda doğru hareket, anladım, gerekliydi, onun are-nasıydı, hipodromuydu, kutsal ve gerekliydi.
asıl numarasını Sunset Bulvarı'nda Carlton'a giderken çekti, kuzey istikametinde, yağmur şiddetini artırmış, görüş mesafesi azalmıştı. Sunset'ten saptığında bir sonraki hamlesini tasarladı Neal, tam gaz satranç. Bir bakışta verilmiş bir karar, başka türlü olamazdı. Carlton'da sola sapar sapmaz Bryan'ın evine varacaktık, önümüzde bir araba vardı, karşı yönden ise iki araba geliyordu, yavaşlayıp trafiği izleyebilirdi ama devinimini yitirecekti. Neal'den söz ediyoruz burada, önümüzdeki arabayı solladı ve. tamam, buraya kadarmış, neyse, çok da önemi yok zaten, hiç önemi yok, diye geçir-dim içimden, öyle geçiyor insanın içinden, benimkinden öyle geçti, iki araba birbirlerine doğru atıldılar, kafa kafaya, karşıdan gelen öylesine yaklaşmıştı ki farlarının ışığı arka koltuğu aydınlattı, karşıdan gelenin son anda frene bastığını sanıyorum, bu da bize gerekli saç teli yakınlığını vermişti. Neal her şeyi hesaplamış olmalıydı, bitmemişti ama. şimdi tam gaz gidiyorduk ve karşıdan yavaş gelen ikinci araba Carlton'da sola dönüşü engelliyordu, o arabanın rengini asla unutmayacağım, o kadar yakınlaştık, gri-mavi, eski bir küpe, kambur ve dört tekerlek üstünde bir saç yığını. Neal sola kırdı. Arabayı ortalayacağımızdan hiç şüphem yoktu, aşikardı, ama nasılsa, üstümüze gelen arabanın hareketi ile bizim hareketimiz mükemmel bir şekilde buluştu, saç teli. bir kez daha. Neal park etti ve Bryan'ın evine girdik. Joan yemeği getirdi.
Neal kendi tabağını ve benimkini sildi süpürdü, biraz şarap içtik. John'un hayli entelektüel ve eşcinsel genç bir çocuk bakıcısı vardı, ki yanılmıyorsam şimdi ya bir rock grubuna katıldı ya da intihar etti, ya da öyle bir şey. neyse, yanımdan geçerken kalçasını çimdikle-dim. bayıldı.
kalmayı düşündüğümden çok daha uzun kaldım yanılmıyorsam, Neal ile içip muhabbet ettik, çocuk bakıcısı Hemingway'den bahsedip duruyor, beni Hemingway'e benzetiyordu, sonunda sesini kesmesini söyledim, kalkıp Jason'a bakmaya gitti, iki gün sonra Bryan aradı beni:
"Neal öldü, Neil öldü."
"allah kahretsin, olamaz."
sonra Neal'in ölümü hakkında bilgi verdi Bryan, telefonu kapattım.
buraya kadardı.
bütün o araba yolculukları, Kerouac'ın bütün sayfaları, kodesler, bir Meksika ayının altında ölmek bir başına, bir başına, anlıyor musunuz? sefil ve cılız kaktüsleri göremiyor musunuz? Meksika sadece baskı altında olduğu için kötü bir yer değil, Meksika zaten kötü bir yer. erketeye yatmış çöl hayvanlarını göremiyor musunuz? kurbağalar, boynuzlu ve basit, insana beyninin yarıklarını andıran yı-
lanlar, durarak, bekleyerek, aptal bir Meksika ayının altında aptal, timsahlar, böcekler, kumun üstünde yatan beyaz tişörtlü adamı gözleyerek.
devinimini buldu Neal, kimseye zararı dokunmadı, genç ve bıçkın kodes çocuğu ölüme yattı Meksika raylarında.
onu tanıdığım o gece, "Kerouac bütün öbür bölümlerini yazdı, ben senin son bölümünü yazdım bile." demiştim.
"güzel," demişti, "yaz."
işte.
---
intiharların havada asılı kaldığı ve sineklerin çamurla beslendikleri yerlerde daha uzun sürer yazlar. 50'li yılların ünlü sokak şairlerinden ve hâlâ hayatta, şişemi kanala fırlatıyorum, Yenice'deyiz, Jack burada bir haftalığına bir oda tuttu, birkaç gün sonra bir yerde bir şiir dinletisi vermesi gerekiyor, tuhaf görünüyor kanalt çok tuhaf.
"intihar edilemeyecek kadar sığ." "evet," diyor Bronx'ın o aktör ağzı ile, "haklısın." 37 yaşında, saçları kır. kanca burun, omuzlar çökük, enerjik, kafası bozuk, küçük bir Yahudi gülümsemesi. Yahudilikle ilgisi bile yoktur belki, sormuyorum.
hepsini tanımış, bir partide söylediği bir şey hoşuna gitmediği için Barney Rosset'in ayakkabısına işemiş. Ginsberg'i, Creeley'i, Lamantia'yı, hepsini tanıyordu Jack, şimdi de Bukowski.
"evet, Bukowski Venice'e beni görmeye geldi, yüzü yara izlerinden harita gibi olmuş, omuzları çökük, çok yorgun görünümlü bir adam. pek konuşmuyor, konuştuğunda da söyledikleri hayli sıkıcı, sıradan şeyler, bütün o şiir kitaplarını onun yazdığına inanmak güç. postanede çok fazla kalmış ama. sıyırmış biraz, ruhunu kemir-mişler. ama hâlâ sıkı herif, biliyor musun?"
Jack içinde bu çemberin, ve insanların büyütülecek yanları olmadığını bilmek gülünç ama gerçek, bir oyun her şey, sen bunu za- ten bilirsin, ama Venice Kanalı'na oturmuş büyük boy bir akşamdan kalmalığı üstünden atmaya çalışırken başkasının ağzından duymak gülünç.
elindeki kitabın sayfalarını karıştırıyor, şair fotoğraflarından oluşmuş, ben yokum, geç başladım, küçük odalarda tek başıma şarap içme faslını uzun tuttum, münzevinin aslında deli olduğu söylenir, haklı olabilirler.
kitabı karıştırıyor, tanrım, akşamdan kalmalığım ve aşağıdaki bütün o suyla orada oturmak yeterince zor zaten, ve Jack kitabın sayfalarını karıştırıyor, ışık lekeleri görüyorum, burunlar, kulaklar, fotoğraf sayfalarının parlaklığı, umurumda değil, ama bir şeyler hakkında konuşmak zorundayız ve ben pek hoş sohbet değilimdir, işi o yapıyor, hadi öyleyse, Venice Kanalı, yaşamanın o yürek pa-ralayıcı ödlek hüznü...
"bu tip iki yıl önce aklını yitirdi."
"bu çükünü emersem kitabımı basmayı vaad etti bana."
"emdin mi?"
"emdim mi? ağzına bir tane yerleştirdim! bununla!"
Bronx yumruğunu gösteriyor bana.
gülüyorum, rahat ve insani, her erkek i.ne olmaktan korkar, ben usandım bu işten hatta, hepimiz i.neleşip rahatlamalıyız belki de. yumruklarım konuşturan Jack hariç, bu konuda farklı biri nihayet, çok fazla insan i.neler hakkında fikirlerini söylemekten çekiniyor -entelektüel olarak, sol kanat için fikirlerini söylemekten çekinen çok insan olduğu gibi -entelektüel olarak, bu işlerin ne tarafa gideceği beni ilgilendirmez -tek şey biliyorum; çekinen çok insan var..
bu anlamda iyi geliyor bana Jack, çok fazla entelektüel gördüm son zamanlarda, her ağızlarını açtıklarında mutlaka elmaslar saçan değerli entelektüellerden çok sıkıldım, beynime bir soluk hava çekebilmek için savaşmaktan bıktım, yıllarca insanlardan kaçmamın nedeni bu, ve onlarla görüşmeye başladığımdan beri inime dönme zamanının geldiğini hissediyorum, zihinden başka şeyler de var hayatta: böcekler ve palmiye ağaçları ve biberlikler, ve bir biberliğim olacak inimde, gülün siz.
insan her zaman ihanet eder sonunda.
kimseye güvenme.
"bütün şiir oyunu i.neler ve solcular tarafından yönetiliyor," diyor kanala bakarak.
hayli acı ve tartışılamaz bir gerçek gizli bunun altında ve onunla ne yapacağımı bilemiyorum, şiir oyununun adil bir oyun olmadığını ben de biliyorum -ünlülerin kitapları o kadar sıkıcı ki, Shakespeare dahil, o zaman da öyle miydi acaba?
Jack'e biraz malzeme vermeye karar veriyorum.
"eski poetry dergisini hatırlıyor musun? Monroe muydu yoksa Shapiro'mu hatırlamıyorum, şimdi dergi o kadar kötü ki artık okumuyorum, ama Whitman'ın bir sözünü hatırlıyorum:
"'büyük şair yaratmak için büyük dinleyici gerek.' ben Whitman'ı her zaman kendimden iyi bir şair olarak görmüşümdür, önemi varsa, ama bu kez fena yanılmış, şöyle olmalıydı:
'"büyük dinleyici yaratmak için büyük şairler gerek.'"
"eyvallah, öyle olsun," dedi Jack, "bu gelişimde gittiğim bir partide Creeley'ye rastladım ve hiç Bukowski okuyup okumadığını sordum, dondu kaldı, cevap bile vermedi yahu, anlıyor musun?"
"topuklayalım burdan," diyorum.
arabama doğru yürüyoruz, var bir arabam bir şekilde, külüstür, elbette, kitap Jack'in elinde hâlâ, sayfalarını karıştırmaya devam ediyor.
"bu çük emer."
"yok ya?"
"bu kırbaçla kıçını kamçılayan bir öğretmenle evli. korkunç bir kadın, evlendiğinden beri tek kelime yazmadı, ruhunu yarığına hapsetmiş."
"Gregory'den mi söz ediyorsun yoksa Kero'dan mı?
"yok, bu başka biri!"
"tanrım!"
arabama doğru yürümeye devam ediyoruz, kendimi hayli donuk hissediyorum ama bu adamın enerjisini de HİSSEDEBİLİYORUM. ENERJİ, ve o anda birkaç ölümsüz ve alaylı sokak şairimizden bi-rinin yanında yürüyor olabileceğimi idrak ediyorum, ama biraz düşündükten sonra, öyle olsa ne yazar, diye geçiriyorum içimden.
arabaya biniyorum, külüstür çalışıyor ama vites sorunu var yine. bütün yolu ikinci viteste gitmek zorundayım, her ışıkta stop ediyor kancık, akü zayıf, dua ediyorum, bir deneme daha, çalışıyor, polis olmasın artık, alkollü araba sürmekten bir kez daha tutuklanmak istemiyorum, kimsenin çarmıhında İsa olmasın artık, Nixon, Humphrey ve İsa arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılırsak ne yöne dönersen dön s.kilebilirsin, ve ben sola dönüp evin önünde duruyorum.
hâlâ sayfalan karıştırıyor Jack.
"bu tip iyidir, babasını, annesini, karısını, sonra da kendini öldürdü, ama üç çocuğunu ve köpeğini öldürmedi. Baudelaire'den sonra gelmiş geçmiş en iyi şair."
"yok ya?"
"kesinlikle."
külüstürden iniyoruz, bir dahaki sefere de çalışması için istavroz çıkarıyorum.
yukarı çıkıyoruz, Jack kapıyı çalıyor.
"KUŞ! KUŞ! Jack ben!"
kapı açılıyor ve Kuş beliriyor, iki kere bakıyorum, kadın mı erkek mi anlayamıyorum, yüzü dokunulmamış güzellik damıtılmış afyon özü. erkek, hareketleri erkek, anlıyorum, ama her sokağa çıktığında korkunç bir şiddete maruz kalabileceğini de biliyorum, sokağa değil cehenneme çıkıyor olmalı, hiç ölmediği için öldürürlerdi onu. benim onda dokuzum ölü, ama yaşayan onda birimi silah gibi kullanırım, sokakta yürüdüğümde gazete satıcısı sanabilirler beni, ki bazı gazetecilerin yüzü bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün Amerikan Başkanları'nın yüzlerinden daha güzeldir, ama bu da marifet değil.
"Kuş, 20 dolara ihtiyacım var," diyor Jack.
lanet bir yirmilik sıyırıyor Kuş. hareketleri kararlı, endişenin kırıntısı yok.
"sağol, yavrum."
"bir şey değil, neden girmiyorsunuz?" "pekala."
içeri girip oturuyoruz, kitaplık, şöyle bir göz atıyorum, sıkıcı tek bir kitaba bile rastlamıyorum, hayran olduğum bütün kitapları görüyorum orada, ne s.kim iş? düşte miyim? oğlanın yüzü o kadar güzel ki her baktığımda iyi hissediyorum kendimi, haftalarca süren sarhoşluktan ayıklıktan sonra pastırmalı kuruya yumulmak gibi, haftalardır adam gibi bir öğün yememişsin, adam sen de, benim gardım hep yukardadır.
Kuş. ve okyanus, ve zayıf akü. külüstür, polisler aptal ve kuru sokaklarını denetliyorlar, ne kötü bir savaş, ve ne saçma sapan bir kabus, sadece şu serin an aramızda, hepimizi bir gün çabucak ezip bozuk çocuk oyuncaklarına çevirecekler, merdivenden neşe içinde inerken sonsuza dek kurtuluşa s.kilmeyi bekleyen yüksek ökçeli ayakkabılara, sonsuza dek, sonsuza dek, ahmaklar ve budalalar, budalalar ve aletler, cılız cesaretimize lanet olsun.
oturuyoruz, bir küçük şişe skoç geliyor, dörtte birini dikiyorum, ah, öğürüyorum, gözlerimi kırpıyorum, geri zekalı, elliye merdiven dayamışsın, hâlâ kahramanlık taslamaya çalışıyorsun, kusmuk bombardımanına tutulmuş salak bir kahraman.
Kuş'un karısı giriyor içeri, tanışma faslı, kahverengi elbisesi ile ırmak gibi akıyor kadın, gözlerindeki gülümseme ile akıyor, akıyor, akıyor diyorum size.
"HEY HEY HEY!" diyorum.
o kadar güzel ki tutup havaya kaldırıyorum, kucaklıyorum, sol kalçamda taşıyorum, döndürüyorum, gülüyorum, kimse deli olduğumu düşünmüyor, hepimiz gülüyoruz, hepimiz anlıyoruz, hatunu indiriyorum, oturuyoruz.
Jack'in hoşuna gidiyor biraz heyecanlanmam, bir süredir ruhumu taşıyor, yorgun, o Bronx gülümsemesi yine. iyi biri Jack, hiç onlara baktığınızda, dinlediğinizde size sadece yardım etmek istediklerini hissettiğiniz insanlarla bir odada bulundunuz mu? enderdir, bu o sihirli zamanlardan biri. biliyordum, pırıl pırıl parladığımı hissediyordum, önemi yoktu, eyvallah.utancımdan şişenin bir dörtte birini daha diktim, odadaki dört kişinin içinde en zayıfı olduğumu biliyordum ve kimseye kötülük yapmak istemiyordum, o kolay kutsallıklarının farkında olmalarım istiyordum sadece, azgın dişilerin arasına atılmış gözü dönmüş otuzbirci bir köpek gibi seviyordum onları, yalnız onlar sperm ötesinde bir mucize sunuyorlardı bana.
Kuş bana baktı.
"kolajımı gördün mü?"
üstünden bir kadın küpesi ve birkaç saçmalık daha sarkan bok renginde bir şey gösteriyor bana.
(bu arada... geçmiş zamandan şimdiki zamana geçip durduğumun farkındayım, ve beğenmiyorsanız... meme ucu sokun kıçınıza -yayıncı: bu kalsın.)
çenem düşüyor ve bir sürü şeyi neden sevmediğimi, Resim Der-si'nde çektiğim acıları anlatıyorum uzun uzun...
Kuş basıyor dur düğmeme.
bir iğne koluna soktuğu alt tarafı, ve gülümsüyor bana, ama ben de biliyorum bu işin derinini: belki, rivayete göre hayatını sürdürmeyi başarabilen tek eroinman Burroughs Şirketi'nin sahibi sayılan William Burroughs'muş ve aslında içinde ödlek şişman çükemen bir i.ne iken ortalıkta kabadayı gibi dolaşıyoı muş. duyduğum bu, sır gibi saklanıyor, doğru mu? doğru ya da yanlış, son derece sıkıcı bir yazar Burroughs, kitaplarında ısrarla kullandığı pop kültürünü çıkarırsak geriye bir şey kalmaz, Faulkner'in bugün Bay Corrington gibi Güney ısrarcıları dışında hiç kimseye bir şey ifade etmediği gibi.
"güzelim," diyorlar bana, "sarhoşsun."
ve öyleyim, sarhoşum, sarhoşum.
ya polise yem olacağım ya da orada uyuyacağım.
bir yatak hazırlıyorlar benim için.
çok hızlı içiyorum, seslerini duyuyorum, uzaktan.
uyuyorum, dayanışma duygusu ile. deniz beni boğmayacak, onlar da. seviyorlar uyuyan bedenimi, g.tün tekiyim, uyuyan bedenimi seviyorlar. Tanrf nın bütün çocuklarının sonu böyle olsun.
tanrım tanrım tanrım
kimin umurunda ölü bir akü?
---
aman allahım, korkunçtu -yeraltındaki devasa yarıklardan çıkıp dalga dalga üstüme geliyor, Times Meydanı yakınlarında elimdeki mukavva bavulumla fırıldak gibi döndürüyorlardı beni.
sonunda içlerinden birine Village'ın nerede olduğunu sormayı başardım. Village'a vardığımda bir oda tuttum ve şarabımı açıp ayakkabılarımı çıkardıktan sonra odada bir şövale olduğunu fark ettim, ressam değildim ama, talihini deneyen bir delikanlıydım sadece, şövalenin arkasına oturup kirli pencereden dışarıyı seyrettim.
bir şişe şarap daha almak için odadan çıktığımda üstünde ipek robu ile bir adam gördüm, başında bere, ayağında sandalet ve hastalıklı bir sakalı vardı, telefonda konuşuyordu.
"evet sevgilim, lütfen, seni görmem gerek aşkım! yoksa bileklerimi keserim...! evet!"
bir an önce kendimi sokağa atsam iyi olacak, diye geçirdim içimden, bağcıklarını bile kesmez bu. ne iğrenç bir tip. ve dışarda kafelerde oturuyorlardı, son derece rahat, başlarında bere, ne gerekiyorsa, yeter ki sanatçı gibi görünsünler.
bir hafta kalıp içtim, kiranın bitmesini bekleyerek, sonra da Village'ın dışında bir oda tuttum, dedi toplu büyükçe bir odaydı ve çok ucuzdu, nedenini anlayamamıştım, köşede bir bar buldum, bütün gün oturup bira içtim, param hızla tükeniyordu, ama her zamanki gibi nefret ediyordum iş aramaktan, sarhoş ve aç geçirdiğim her dakikanın benim için özel bir anlamı vardı, o gece iki şişe porto şarabı alıp odama çıktım, soyundum, bir bardak bulup ilk şarabı koydum ve karanlıkta yatağa uzandım, işte o zaman anladım odanın neden bu kadar ucuz olduğunu. "L" treni pencerenin önünden geçiyordu, durak pencerenin önündeydi, tam önümde, odanın tamamı trenin ışığı ile aydınlanıyordu, ve bir tren dolusu yüz geçiyordu önümden, korkunç yüzler: fahişeler, orangutanlar, deyyuslar, kaçıklar,katiller -efendilerim, sonra tren yavaşça hareket ediyordu ve oda bir kez daha karanlığa gömülüyordu -bir sonraki tren dolusu yüzlere kadar, ki her seferinde beklediğimden çabuk geliyordu, iki şişe şarap almakla ne iyi etmiştim.
otelin sahibi Yahudi bir karı kocaydı, otelin tam karşısında terzi ve kuru temizleme dükkanları vardı, yanımdaki birkaç paçavranın kuru temizlemeye ihtiyacı olduğuna karar verdim, iş avına çıkma zorunluluğu geğirip osuruyordu ufkumda, elimdeki paçavralarla sarhoş girdim içeri.
"...bunları kuru temizleyin ya da yıkayın filan..."
"ah yavrum! dilenci gibi dolanıyorsun! pencereleri bile silmem ben bunlarla, bak sana ne diyeceğim... Sam, bakar mısın?"
"evet?"
"bu temiz gence şu adamın bıraktığı takım elbiseyi göstersene!"
"evet, evet, çok güzel takım, anne! adamın o takımı nasıl bıraktığını anlamıyorum!"
diyalogların tamamını aktarmayacağım. sadece takımın fazlası ile dar olduğunda ısrar ettiğimi söyleyeyim, yedi dolar dediler, fazla dar olmasa bile fazla pahalı olduğunu söyledim, yedi, dediler, param yok, dedim. altı. param yok. dörde indiklerinde beni takım elbisenin içine sokmalarını şart koştum, soktular, verdim dört doları, odama döndüm, takımı üstümden çıkarıp yattım, uyandığımda karanlıktı ("L" treninin gelişlerini hesaba katmadan) yeni takım elbisemi giyip kendime bir kadın bulmaya karar verdim, harikulade bir kadın elbette, keşfedilmeyi bekleyen yeteneğimi destekleyecek bir kadın.
pantolonu üstüme geçirmemle ağının arkadan sökülmesi bir oldu, yine de idare ederdi, biraz serindi gerçi ama ceketin örteceğini düşündüm, ceketi üstüme geçirdim, sol kolu omuzdan olduğu gibi söküldü, vatka çıktı ortaya, iğrenç bir görünüm.
yine kazıklanmıştım.
takımın kalanını üstümden çıkarıp oradan da taşınmam gerektiğine karar verdim.
başka bir yer buldum, bodrum tipi, basamaklardan inip kiracıla-
rın çöp bidonlarının yanından geçiyordun, seviyemi buluyordum.
ilk gece barlar kapandıktan sonra eve döndüm ve anahtarımı kaybettiğimi keşfettim, ince bir Kaliforniya tişörtü vardı üstümde sadece, soğuktan donmamak için bir otobüse binip öyle takıldım, sonunda şoför son durağa geldiğimizi söyledi galiba, hatırlayama-yacak kadar sarhoştum.
otobüsten indiğimde dışarısı hâlâ buz gibiydi ve Yankee Stad-yum'unun önündeydim.
aman allahım, diye geçirdim içimden, çocukluğumun kahramanlarından Lou Gehrig bu stadyumda beysbol oynardı ve şimdi ben önünde öleceğim: gayet uygun.
yürüdüm biraz, sonra bir kafe buldum, girdim, garsonların hepsi orta yaşlı zenci kadınlardı, ama kahve fincanları kocamandı, kahve ve çörek de bedava sayılırdı.
kahvemi ve çöreğimi alıp masalardan birine oturdum, çöreği süratle mideme indirip kahveden bir yudum aldım, sonra da cebimden bir sigara çıkarıp yaktım.
sesler duymaya başladım.
"EFENDİMİZE ŞÜKÜRLER OLSUN, KARDEŞLER!"
"OOO, EFENDİMİZE ŞÜKÜRLER OLSUN, KARDEŞLER!"
etrafıma bakındım, bütün garsonlar bana ve birkaç kişiye daha methiyeler düzüyorlardı, çok güzeldi, kabul görmüştüm sonunda. Atlantic ile Harper's'ın canı cehenneme, deha mutlaka keşfedilir, onlara gülümseyip sigaramdan bir duman aldım.
"EFENDİMİZİN EVİNDE SİGARA İÇİLMEZ, KARDEŞİM!"
söndürdüm sigarayı, kahvemi bitirdim, sonra dışarı çıkıp kapının üstündeki tabelayı okudum:
İLAHİ MİSYON.
bir sigara daha yakıp odama doğru yürüdüm, binaya vardığımda kimse kapıya cevap vermedi, sonunda çöp bidonlarının üstüne uzanıp uyudum, kaldırımda farelerin beni haklayacaklarını biliyordum, çok zeki bir gençtim.
o kadar zekiydim ki ertesi gün iş bile buldum, ve ertesi gece işteydim, akşamdan kalma, titrek ve çok üzgün.iki moruk beni yanlarına aldılar, işi öğreteceklerdi, metro keşfedildiğinden beri oradaydılar, sağ kolumuzun altında ağır mukavva panolar, sol elimizde de bira açacağını andıran küçük aletlerle yürüyorduk.
"New York'da herkesin üstünde şu yeşil böceklerden var," dedi moruklardan biri.
"öyle mi?" dedim, içimden s.kmişim böceklerin rengini diye geçirerek.
"koltukların üstünde görürsün, her gece koltukların üstünde onlardan buluyoruz."
"evet," dedi öbür moruk.
yürüdük.
büyük allahım, Cervantes'in başına böyle şeyler gelir miydi?
"bak şimdi," dedi moruklardan biri. "her panonun bir numarası var. panoları aynı numaralı panolarla değiştiririz."
trık, trık. konserve açar gibi panolardan birinin metal çerçevesini söktü, panoyu değiştirdi, eskisini sol kolunun altındaki panoların altına koydu.
"şimdi sen dene."
denedim, metal çerçeve direniyordu yer yer. bira açacağım dandikti, ve hastaydım ve titrektim.
"kaparsın," dedi moruklardan biri.
kaptım bile, g.t, diye geçirdim içimden.
ilerledik.
sonra vagonun arkasından aşağı inip rayların arasına döşenmiş kalasların üstünde yürümeye başladılar, bir buçuk metre mesafe vardı o kalasların arasında, hiç niyeti olmayan biri rahatlıkla aşağı düşebilirdi, yerden otuz metre yüksekteydik, yeni vagon da otuz metre uzakta olmalıydı, moruklar ellerindeki yükle kalasların üzerinde yürüyerek bir sonraki vagona vardılar, beni beklemeye başladılar, karşı istikametten gelen tren duraktan yolcu alıyordu, aydınlıktı orası, ama o kadar, trenin ışığı kalasların arasındaki bir buçuk metrelik boşluğu gösteriyordu bana.
"HADİ! HADİ! ACELEMİZ VAR!"
"allah sizin de acelenizin de belasını versin!" diye bağırdım iki moruğa, panolar sol kolumun altında, bira açacağı sağ elimde yürümeye başladım, bir adım, iki adım, üç adım... akşamdan kalma, hasta.
sonra yolcu alan tren duraktan ayrıldı, karanlık bir dolabın içinde kalmıştım sanki, dolabın içinden bile karanlıktı, hiçbir şey göre-miyordum. bir adım daha atmadım, arkama da dönemiyordum, kaldım öyle.
"hadi! hadi! daha sadece bir vagon yaptık."
sonunda gözlerim karanlığa biraz alıştı, titrek adımlarla ilerlemeye devam ettim, kalasların bazıları yumuşak, aşınmış, çatlaktı, bağırışlarını duymaz oldum, bütün dikkatimi adımlarıma vermiştim, attığım her adımın beni aşağıya yollayan son adım olacağı korkusu içindeydim, vagona vardım, panoları ve bira açacağını yere fırlattım.
"ne oldu, ne var?"
"bir yanlış adım insanın sonu demek burada, siz geri zekalılar bunun farkında değil misiniz?"
"bugüne kadar ölen olmadı."
"benim gibi içen de olmamıştır, hadi, bana burdan nasıl s.ktir olup gideceğimi söyleyin."
"sağ tarafta bir merdiven var ama o zaman rayların üstünden karşıya geçmen gerekecek, bu da birkaç üçüncü rayın üstünden geçmek demektir."
"has.ktir. üçüncü ray da ne?"
"elektrik, temas ettin mi güle güle."
"ne tarafta bu merdiven?"
aşağı inen merdiveni gösterdiler moruklar, pek uzak sayılmazdı.
"beyler, sağolun."
"üçüncü raya dikkat et. altın rengindedir, temas etme kül olursun."
merdivene doğru yürüdüm, beni izlediklerini hissedebiliyordum, her üçüncü raya geldiğimde nasıl sıçradığımı görmeliydiniz, ayışı-ğının altında yumuşak ve sakin bir görünümleri vardı.merdivene vardım ve hayata dönmüş gibi hissettim kendimi, merdivenin indiği yerin hemen yanında bir bar vardı, kahkaha sesleri geldi içerden, bara girip oturdum, adamın teki annesinin ona ne kadar düşkün olduğunu, nasıl piyano dersi aldırdığını ve her seferinde sarhoş olmak için ondan parayı nasıl sızdırdığını anlatıyordu, bütün bar kırılıyordu gülmekten, ben de başladım gülmeye, dahiydi adam, dehasını karşılık beklemeksizin saçıyordu, bar kapanana kadar güldüm, sonra dağıldık, herkes yoluna gitti.
kısa bir süre sonra ayrıldım New York'dan, bir daha da gitmedim, gitmeyeceğim de. kentler insanları öldürmek için inşa edilirler, ve bazı kentler insana kısmetli gelir bazıları gelmez, çoğu gelmez. New York'da çok kısmetli olmak gerekir, o kadar kısmetli olmadığımı biliyordum, derken Kansas City'de güzel bir otel odasında buldum kendimi, yan odada idarecinin bana kıçını satamadığı için hizmetçiyi marizleyişini dinledim, gerçek, huzurlu ve olağandı her şey bir kez daha. yatağımda oturup çığlıkları dinledim, bardağıma uzandım, yarısını diktim, sonra da temiz çarşafların üstüne yayıldım, fena vuruyordu adam. kızın başının duvara çarpıp geri geldiğini duyabiliyordum.
belki ertesi gün, yolculuğun yorgunluğunu attıktan sonra denerdim hatunu, kıçı çok hoştu, pezevengi kıçına vurmuyordu EN AZINDAN. New York'dan çıkmıştım, hayattaydım, hemen he-
men..
---
askeri üniforma giymiş tipin teki yanıma gelip, "Kennedy'yi de hakladıklarına göre oturup bu konuda yazarsın herhalde," dedi. yazar olduğunu iddia ediyor, kendi oturup yazsa ya? kirli hayalarını toplayıp küçük edebi torbalarına koyma işi hep bana kalıyor nedense? şu anda dava üstünde yeterli sayıda uzman çalışıyor kanımca -Uzmanların ve Suikastçıların On yılı. böyle geçecek tarihe bu on yıl. içlerinde birinin bile kuru köpek boku kadar değeri yok. suikast gibi bir durumda değerli sayılabilecek birini kaybetmenin ötesinde
siyasi, ruhani ve toplumsal kazançlarımızı da yitirmemiz söz konusu, ve var bunlar, her ne kadar yüksekten attığımı düşünseniz de. demek istediğim, bir suikast krizinde insanlık karşıtı, gerici güçler, önyargılarını güçlendirip barın son lanet taburesinden Özgürlüğü devirmek için her tür kırılmayı bahane sayarlar, insanlıkla ilgilenip faal olmak gerektiğini söyleyerek kutsallaşmak istemiyorum Ca-mus'nün yaptığı gibi (denemelerini okuyun) çünkü insanlığın büyük bir bölümü midemi bulandırır, bir şeyleri kurtaracaksak bu ancak mutluluk, gerçek ve akış kavramlarına yepyeni bir yaklaşımla mümkün olabilir; titreşimsel algılama ile. henüz katledilmemiş çocuklar için geçerli bu, ama onlar da katledilecek, bire yirmi beş bahse girerim, çünkü hiç bir yeni kavrama müsade edilmeyecek -güç çetesi için fazlası ile yıkıcı olabilir, hayır, Camus değilim ben, ama, canlarım, teneke kafalıların trajediyi bu kadar küçümsemeleri beni rahatsız ediyor.
Vali Reagan'ın açıklaması, kısmen: "sıradan, ahlaklı, yasalara saygılı, içinde Allah korkusu taşıyan vatandaş da olanlardan benim ve sizin kadar endişe duyuyor.
"o ve hepimiz ülkemizde son on yılda giderek yaygınlık kazanan bir görüşün kurbanlarıyız -kişinin riayet edeceği yasaları seçme özgürlüğü olduğunu, bazı amaçlar için yasaların çiğnenebileceğ
Tarih: 2020-06-02 21:18:16 Kategori: Edebiyat
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Pis Moruğun Notları - Charles Bukowski Nedir
Pis Moruğun Notları
ÖNSÖZ
Bir yılı aşkın bir süre önce John Bryan kirada oturduğu iki katlı küçük evinin ön odasında yeraltı gazetesi AÇIK KENT'i başlattı. Sonra gazete o evin önündeki binaya, oradan da Melrose Bulva-rı'nın iş semtlerinden birine taşındı. Ama bir gölge düşüyordu yine de. Hem de iri ve kasvetli bir gölge. Tiraj yükseliyor ama yeterince reklam gelmiyor. Kentin öbür yakasında kurumsallaşmış L.A. Free Press var. Reklamlar onlara gidiyor. Bryan daha önce L.A. Ti-mes'da çalışıp tirajlarını 16.000'den üç katına yükselterek kendi düşmanlarını yaratmış zaten. Ulusal Ordu'nun gelişmesine katkıda bulunduktan sonra devrimcilere katılmak gibi bir şey. Bu savaş sadece AÇIK KENT ile FREE PRESS arasında yaşanmıyor elbette. AÇIK KENT'i okumuşsanız savasın çok daha geniş kapsamlı olduğunu biliyorsunuzdur. AÇIK KENT kodamanları hedef alır, en kodamanları ve ŞU ANDA sokağın ortasında yürüyen birkaç tane harbi kodaman var, üstelik öyle çirkinler ki bok herifler. Amerika'nın belki de en canlı gazetesi AÇIK KENT için çalışmak çok daha eğlenceli ve tehlikeli. Ama eğlence ve tehlike ekmek parasını çıkarmaya ve kedileri beslemeye yetmiyor.Bryan bir tür deli idealist ve romantik. Herald-Examiner'de çalışırken istifa etti, ya da kovuldu, ya da istifa etti ve kovuldu -ortalık iyice karışmıştı- çünkü Bebek İsa'nın çükünü ve hayalarını kamufle etmelerine karşı çıkmıştı. Çıkardıkları derginin Noel sayısının kapağı söz konusuydu. "Üstelik benim Tanrım değil, onların Tanrısı," demişti bana Joe Bryan.
İşte bu tuhaf idealist ve romantik AÇIK KENT'i yarattı. "Bizim için haftalık bir sütun yazmaya ne dersin?" dedi bir gün, kızıl sakalını kaşıyarak. Diğer sütun yazarlarını düşününce son derece kasvetli bir iş gibi gelmişti bana. Ama başladım, sütun olarak değil de A.E. Hotchner'ın Hemingway Baba üzerine yazdığı bir yazı ile. Sonra bir gün hipodrom dönüşünde daktilonun başına oturup PİS MORUĞUN NOTLARI başlığını attım, bir bira açtım ve yazı kendi başının çaresine baktı. The Atlantic Monthly dergisi için bir şey yazdığınızda hissettiğiniz gerilim, o kör jiletle yapılan özenli traşla-ma yoktu. Düz ve özensiz bir gazetecilik yazısı yazma gereksinimi de yoktu. Hiçbir baskı yoktu uzun lafın kısası. Pencerenin önüne otur, biranı iç ve bırak gelsin. Akmak isteyen her şey akıyordu. Ve Bryan hiçbir zaman sorun çıkarmadı. İlk zamanlarda ona yazımı veriyordum, şöyle bir göz gezdirip, "Tamam, bastık," diyordu. Bir süre sonra yazımı verdiğimde artık göz bile gezdirmez olmuştu; yazıyı çekmecesine koyup, "Bastık, ne var ne yok?" diyordu. Şimdi "Bastık," bile demiyor. Yazıyı veriyorum ve hiç konuşmuyoruz. Bütün bunların yazıya etkisi son derece olumlu oldu. Düşünün: aklınızdan geçen her şeyi yazma özgürlüğü. Çok iyi vakit geçirdim o yazıları yazarken ve çok da ciddi, bazen; ama haftalar ilerledikçe yazıların giderek güzelleştikleri duygusu hakimdi. Bunlar on dört ay boyunca yazılmış sütunlardan bir derleme.
Eylem açısından bakarsak şiire beş çeker bir kere. Şiirlerinizden biri kabul edilmişse ya basılması iki ile beş yıl arasında bir süre alır, ya hiçbir zaman basılmaz, ya da bazı dizeleri hiç değiştirilmeden daha sonra ünlü bir şairin şiirlerinden birinde beliriverir ve o zaman ne kadar boktan bir dünyada yaşadığımızı bilirsin. Şiirin suçu değil bu elbette; boktan insanların şiir basmaya ve yazmaya yeltenmelerinin bir sonucu sadece. Ama PİS MORUĞUN NOTLARI ile cuma veya cumartesi veya pazar günü biranı alıp daktilonun başına geçiyorsun, yazını yazıyorsun ve çarşamba günü yazı kente dağıtılmış. Hayatında ne benim ne de başkalarının şiirini okumamış insanlardan mektup alıyorum. Kapıma geliyorlar -fazla olmaya başladılar açıkçası- kapımı çalıp bana PİS MORUĞUN NOTLARI'nı çok sevdiklerini söylüyorlar. Berduşun teki yanında bir çingene ve karısı ile geliyor, oturup sabaha kadar içiyoruz. Newburgh şehirlerarası santralında çalışan bir kadın para yolluyor. İçkiyi bırakmamı, sağlıklı beslenmemi istiyor. Kendine "Kral Arthur" diyen ve Holly-wood'un Vine sokağında oturan bir kaçık arayıp sütunlarımı yazmamda bana yardımcı olmak istediğini söylüyor. Bir doktor çalıyor kapımı: "Ben psikiyatrım. Sana yardım edebileceğimi sanıyorum." Yolluyorum.
Bu derleme size iyi gelir umarım. Para yollamak istiyorsanız, eyvallah. Benden nefret etmek istiyorsanız, ona da eyvallah. Kasabanın demircisi olsaydım buna bulaşmaya cesaret edemezdiniz. Ama anlatacak pis öyküleri olan bir ihtiyardan başka bir şey değilim. Benim gibi, yarın ölmesi muhtemel bir gazete için pis öyküler yazıyorum işte.
Her şey o kadar tuhaf ki...Düşünün, Bebek İsa'nın çükünü ve hayalarını kamufle etmeye kalkışmasalardı şimdi bu kitabı okuyor olmayacaktınız. Öyleyse, mutlu olun.
Charles Bukowski.
PİS MORUĞUN NOTLARI
Orospu çocuğun teki paranın üstüne yatmış, herkes bütün parasını yutulduğunu iddia etmiş ve bu da pokerin sonu olmuştu; dostum Elf ile oturuyordum, çocukken kötü bir hastalık geçirmişti Elf. kuruyup büzülmüş, yıllarca yatakta yatıp lastik bir topu sıkmış, envai çeşit manyakça egzersizler yapmıştı ve bir gün yataktan kalktığında eniyle boyu bir olmuştu, yazar olmayı düşleyen gülen bir dev. ne var ki çok fazla Thomas Wolfe gibi yazıyordu ve Dreieser'i saymazsak Amerikan Edebiyat'ının en kötü yazarıydı T.Wolfe, ve Elf'in kulağına bir tane patlattım (hoşuma gitmeyen bir şey söylemişti) sehpanın üstündeki şişe devrildi, Elf ayağa kalkıp üstüme geldiğinde şişe elimdeydi, kalite skoç ve çenesi ile boynunun arasında bir yere isabet etti ve Elf yere yığıldı yine, içkiden bir yudum aldım, şişeyi sehpanın üstüne koydum; Dostoyevski'nin öğrencisiydim, karanlıkta Mahler dinlerdim ve tekrar üstüme geldiğinde sağ gösterip solumu hayalarına yerleştirdim, dengesiz bir şekilde elbise dolabının üstüne düştü, ayna kırıldı, aynı filmlerdeki gibi büyük bir gürültü çıkararak tuzla buz oldu ve Elf'in yumruğu alnımın ortasında patladı, arkamda duran iskemleye yığıldım, hasır gibi dümdüzoldu lanet şey, ucuz mobilya, ve başım gerçekten beladaydı çünkü ellerim küçüktür ve dövüşmekten hiç haz etmem, ama işini bitire-memiştim -aklını yitirmiş nefret dolu biri gibi vuruyordu, üç yiyi-yor bir vuruyordum, kötü üstelik, ama vazgeçmiyordu ve eşya kırılıyordu her yerde, korkunç bir gürültü ve birilerinin gelip bizi ayırmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu, ev sahibesi, polis, Tanrı, biri işte, ama kimse gelmedi ve gerisini hatırlamıyorum.
uyandığımda güneş doğmuştu, yatağın altındaydım, yatağın altından çıktım ve ayağa kalkabildiğimi keşfettim, çenemin altında derin bir kesik, ellerim morarmış, çok daha kötü akşamdan kalma-lıklar yaşamışlığım var. ve insan çok daha kötü yerlerde de uyanabilirdi, cezaevinde? belki, etrafıma baktım, gerçekti, her yer kırılmış, dökülmüş, parçalanmıştı -abajurlar, iskemleler, etajer, yatak, küllükler- kan revan, kendi halinde tek bir eşya bile kalmamıştı, her şey çirkin ve bitikti, bir bardak su içip etajere gittim, oradaydı: onluklar, yirmilikler, beşlikler, poker oynarken her çişe gittiğimde çaktırmadan etajerin çekmecesine fırlattığım bütün paralar, ve PARA ile ilgili kavgayı benim başlattığımı hatırladım, yeşillen topladım, cüzdanıma yerleştirdim, mukavva bavulumu çıkardım, çökük yatağın üstüne yerleştirdim ve pilimi pırtımı toplamaya başladım: işçi gömlekleri, tabanları delik sertleşmiş ayakkabılar, sert ve kirli çoraplar, gülmek isteyen çuvalvari pantolonlar, San Francisco Opera Salonunda .m biti kapmaya dair bir öykü, yırtık bir Thrifty Drugstore sözlüğü -"palingenesis: yaşam-tarihinde cedlerin evriminin özeti."
saat çalışıyordu, emektar çalar saat, allah uzun ömürler versin, kaç kez sabahın yedi buçuğunda akşamdan kalma uyanıp s.kmişim işi demek zorunda kalmıştım? S.KMİŞİM İŞİ! neyse, öğleden sonra dördü gösteriyordu, tam saati bavula koymak üzereydim ki, evet, elbette, kapım çalındı.
"NE VAR?" "BAY BUKOWSKI?" "EVET? EVET?"
"İÇERİ GİRİP ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİRMEK İSTİYORUM."
"HAYIR, BUGÜN OLMAZ. HASTAYIM."
"GEÇMİŞ OLSUN. AMA İZİN VERİN ŞU ÇARŞAFLARI DEĞİŞTİREYİM, İKİ DAKİKA SÜRMEZ."
"HAYIR, HAYIR, ÇOK HASTAYIM. BENİ BU HALDE GÖRMENİZİ İSTEMİYORUM."
bu şekilde sürüp gitti, çarşafları değiştirmek istiyorum, olmaz, çarşafları değiştirmek işitiyorum, biteviye, ev sahibesi, ne vücut kadında. HAYKIRIYORDU her yeri. ben oraya taşınalı sadece iki hafta olmuştu, aşağıda bir bar vardı, ziyaretçim geldiğinde evde değilsem onlara, "aşağıda, barda, sürekli barda," derdi ve ziyaretçilerim, "aman allahım, moruk, ev sahibene hastayım," derlerdi.
ama iri, beyaz tenli bir kadındı ve o da Filipinliler'e hastaydı, vardı bir bildikleri bu Filipinliler'in; hiçbir beyazın hayal edemeyeceği numaralar biliyor olmalıydılar, benim bile; ama geniş kenarlı George Raft şapkaları ve vatkalı ceketleri ile neredeler şimdi o Filipinliler; hançerli çocuklar, modanın öncüleriydiler bir zamanlar; deri topuklar, yağlı ve tehlikeli suratlar -nereye kayboldunuz?
neyse, evde içecek hiçbir şey yoktu ve oturup saatlerce bekledim, aklımı kaçırmak üzereydim, diken üstünde, tırnaklarımı kemi-rerek oturdum orada, 450 dolar kolay para vardı cüzdanımda ve aşağı inip bir bira bile alamıyordum, karanlığı bekliyordum, ölümü değil, dışarı çıkmak istiyordum, son bir fırsat, sonunda kapıyı açacak cesareti buldum kendimde, zincir hâlâ sürülüydü ve biri bekliyordu dışarda, elinde çekiç bir Filipin maymunu, kapıyı açtığımda ağzındaki raptiyeleri çıkarıp çekicini havaya kaldırdı ve dışarıya açılan tek kapının bulunduğu birinci kata inen merdivenin halısını raptiyeliyormuş ayağına yattı, ne kadar sürdü bilmiyorum, aynı sahne yaşanıp duruyordu, her kapıyı açtığımda çekicini kaldırıp sırıtıyordu, bok maymunu, en üst basamaktan ayrılmıyordu, aklımı kaçırmak üzereydim, terliyordum, kokuyordum: sonra küçük daireler dönmeye başladı beynimin içinde, başım zonkluyordu. gerçekten delirmek üzere olduğumu düşünüyordum, gidip bavulumu aldım.hafitti, paçavradan başka bir şey yoktu içinde, sonra daktiloyu aldım, çelikten, portatif, bir zamanlar arkadaşım olan bir adamın karısından ödünç alınmış ve iade edilmemiş, insana güven veriyordu: gri, düz, ağır, kuşkulu, sıradan, gözlerim başımın arkasına kaydı ve zinciri sürgüden çıkardım; bir elimde bavul bir elimde çalıntı daktilo yaylım ateşin üstüne yürüdüm; elveda sabah güneşi, elveda yulaf kurabiyesi, buraya kadarmış.
"HEY! SEN NEREYE?"
küçük maymun tek dizinin üstünde doğruldu ve çekici havaya kaldırdı, o kadarı bana yeterdi -elektrik ışığının altında parlayan çekiç -bavulum sol elimde, portatif çelik daktilo sağ elimdeydi, duruşu mükemmeldi, dizimin hizasında, büyük dikkat ve öfke ile salladım daktiloyu, düz ve sert yan tarafı isabet etti, şakağına, kafatası-na, varlığına.
herşey ağlıyormuş gibi bir sessizlik şoku yaşandı, sonra kesildi, dışarda buldum kendimi,
kaldırımda, bütün o basamakları farkında olmadan inmiştim, sarı bir taksi, şanslı olmak diye buna derim.
"TAKSİ!"
atladım. GAR.
sabah havasında tekerleklerin vızıltısı iyi gelmişti. HAYIR, BİR DAKİKA, diye bağırdım. OTOBÜS TERMİNALİ.
"NEYİN VAR, BE ADAM?" diye sordu taksici.
"BİRAZ ÖNCE BABAMI ÖLDÜRDÜM!"
"BABANI MI ÖLDÜRDÜN?"
"İSA'YI BİLİR MİSİN?"
"TABİİ."
"GAZLA ÖYLEYSE: TERMİNAL!"
terminalde bir saat kadar oturup New Orleans otobüsünü bekledim, adamı öldürmüş muydum acaba? nihayet bavulum ve daktilomla otobüse bindim, daktiloyu kafama düşmemesi için üst rafın dibine yerleştirdim, bol içkili ve Fort Worth'lü bir kızılla hafif flört içeren bir yolculuk oldu. ben de Fort Worth'de indim, ama kızıl annesi ile yaşıyordu, bir oda tutmak zorunda kaldım ve bir genelevde
tuttum yanlışlıkla, sabaha kadar bağırıp çağırıyorlardı: "HEY! kaç para verirsen ver ONU bana sokamazsın!" sürekli sifon sesi. açılıp çarpılan kapılar.
kızıl hatun masum görünümlü hoş bir şeydi, daha iyi birini ha-kediyordu. neyse, donuna giremeden kasabadan ayrıldım, sonunda New Orleans'e vardım.
ama Elf. Elf'i hatırladınız mı: odamda dövüştüğüm adam. savaşta makineli tüfek ateşine yakalanıp öldü. son nefesini vermeden önce uzun zaman yatakta can çekişmiş, 3-4 hafta, ve gariptir, bana "orospu çocuğunun tekinin parmağını makineli tüfeğin tetiğine koyup beni ikiye böldüğünü farzet?" diye sormuştu.
"o zaman senin hatan."
"senin lanet bir makineli tüfek tarafından ikiye bölünmeyeceğini biliyorum."
"son derece yerinde bir tespit, Sam Amca'nın makineli tüfeklerinden biri ancak."
"yeme beni! ülkeni sevdiğini biliyorum, gözlerinde görebiliyorum! sevgi, gerçek sevgi! vatan sevgisi!"
işte bu yüzden çakmıştım ilk yumruğu.
hikayenin gerisini biliyorsunuz.
New Orleans'e vardığımda genelev olmadığından emin olduğum bir yerde bir oda tuttum, her ne kadar bütün kent genelevinden farksızdıysa da.
---
7-1 kaybetmiş, maçtan sonra büroda oturuyorduk; beysbol mevsiminin ortasındaydık ve lig sonuncusuyduk. Mavi'lerin menajeri olarak son mevsimimi yaşadığımı biliyordum, ihtiyar Henderson masanın çekmecesinden cep viskisini çıkardı, bir yudum aldı ve şişeyi bana uzattı.
"bütün bunlar yetmiyormuş gibi," dedi Henderson, "iki hafta önce .m biti bile kaptım, iyi mi?""hay allah, üzüldüm patron."
"yakında bana patron diyemiyeceksin."
"biliyorum, ama hiçbir menajer bu takımı sonunculuktan kurtaramaz," dedim viskinin üçte birini dikerek.
"daha da kötüsü," dedi Henderson, "bana .m bitini bulaştıran karım sanıyorum."
ne diyeceğimi bilemediğim için hiçbir şey demedim.
büronun kapısı hafifçe vuruldu, sonra açıldı, sırtına kağıttan kanatlar yapıştırmış bir kaçık belirdi.
on sekiz yaşlarındaydı. "takıma yardım etmek için burdayım," dedi.
kağıttan kocaman kanatları vardı, tam bir kaçık, ceketine delikler açıp kanatlan sırtına yapıştırmış ya da bağlamıştı, yapmıştı bir şekilde.
"bana bak," dedi Henderson, "s.ktir olup gider misin burdan lütfen? saha içinde yaşadığımız komedi bize yeter, yeterince gülünç duruma düştük, şimdi dışarı çık!"
oğlan uzanıp şişeyi aldı, bir fırt çekti, şişeyi tekrar masanın üstüne koydu ve "Bay Henderson, ben dualarınızın karşılığıyım," dedi.
"evlat," dedi Henderson, "içki içecek yaşa gelmedin henüz."
"göründüğümden daha yaşlıyım," dedi çocuk, "bende seni biraz daha yaşlandıracak bir şey var!" dedi Henderson ve masanın altındaki düğmeye bastı. Boğa Kronkite demekti bu. Boğa'nın bugüne kadar birini öldürdüğünü söyleyemem ama seninle işi bittiğinde ölmüş olmayı dilerdin, içeri girdiğinde kapının menteşelerinden birini söküyordu az kalsın.
o aptal ve uzun parmaklan kasılırken etrafına bakıp, "HANGİSİ PATRON?" diye sordu.
"kağıttan kanatları olan serseri," dedi Henderson.
Boğa çocuğun üstüne gitti.
"dokunma bana," dedi kağıt kanatlı oğlan.
Boğa çocuğa saldırdı ve size YEMİN EDİYORUM, oğlan odanın içinde UÇMAYA başladı! Odanın içinde kanat çırpıyordu, ta-
vana yakın. Henderson ve ben aynı anda şişeye uzandık ama Henderson benden hızlı davrandı. Boğa dizlerinin üstüne çöktü.
"CENNETTEKİ EFENDİMİZ, ACI BANA! BİR MELEK! BİR MELEK!"
"salaklığın alemi yok," dedi melek kanat çırparak, "melek filan değilim ben. Mavi'lere yardım etmek istiyorum, hepsi bu. kendimi bildim bileli koyu bir Mavi taraftarıyım."
melek ya da her ne idiyse iskemlenin üstüne kondu. Boğa çocuğun ya da meleğin ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp ayaklarını öpmeye başladı.
Henderson yüzünde tiksinti ifadesi ile öne eğilip Boğa'nın yüzüne tükürdü: "s.ktir git, pis sapık! hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!"
Boğa yüzünü silip sessizce dışarı çıktı.
Henderson masasının çekmecelerini karıştırdı.
"allah kahretsin, burda bir yerde boş bir sözleşme olduğunu sanıyordum!"
sözleşmeyi ararken bir şişe viski daha buldu, çıkarıp masanın üstüne koydu, şişeyi açarken oğlana baktı:
"falsolu toplara vurabilir misin? vuruşların nasıl?"
"bu sorunun cevabını biliyorsam allah belamı versin," dedi kanatlı oğlan, "bildiklerim gazetede okuduklarımdan ve televizyonda gördüklerimden ibaret, ama koyu bir Mavi taraftarıyım ve bu mevsim size çok acıdım."
"saklanıyor muydun? nerde? kanatları olan biri Bronx'da bir asansörde bile saklanamaz! nedir senin sırrın? geçimini nasıl sağladın?"
"sizi ayrıntılarla yormak istemem, Bay Henderson."
"adın ne senin evlat?"
"Jimmy. Jimmy Crispin. Kısaca J.C"
"hey, benimle kafa mı buluyorsun?"
"yo, hayır, Bay Henderson."
"el sıkışalım öyleyse."
el sıkıştılar."Tanrım, ellerin BUZ gibi! yemek yedin mi son zamanlarda?"
"saat dört sularında kızarmış patates ile tavuk yedim, bir de bira içtim."
"şişeden bir yudum al, evlat."
Henderson bana döndü. "Hailey?"
"evet?"
"yarın sabah onda takımı tam kadro sahada istiyorum, istisna yok. atom bombası bir, bu çocuk iki. şimdi hepimiz bu odadan çıkıp uyumaya gidelim, yatacak yerin var mı, evlat?"
"elbette," dedi J.C ve merdivenden aşağı uçup bizi orada bıraktı.
sahada sıkı güvenlik önlemleri alıp içeri kuş uçurtmadık, sadece takım, oyuncular akşamdan kalmalıkları ile kanatlı çocuğu gördüklerinde halkla ilişkiler numarası sandılar, takım sahaya yayıldı ve oğlan vuruş yerine geçti, ama oğlan topu üçüncü kalenin çizgisine doğru hafifçe yuvarlayıp birinci kaleye UÇTUĞUNDA görmeliydiniz o kan çanağı gözleri, üçüncü kalenin kalecisi topu yollaya-madan ikinci kaleye uçmuştu bile.
sabahın onunda gözlerini kırpıştırıp duruyordu herkes, güneş. Maviler gibi bir takımı tutmak için zaten deli olmak gerekirdi, ama bu kadarı da fazlaydı.
sonra atıcı vuruş yerine gelen oyuncuya topu atmak üzereyken J.C. üçüncü kaleye uçtu! jetten farksızdı! kanatlarını göremiyordu-nuz, o sabah iki alka seltzer almış olsanız bile. top atıcıya geldiğinde oğlan sayıyı tamamlamıştı bile.
oğlanın sahanın tamamını savunabildiğim keşfettik, uçuş hızı muazzamdı! iki dış saha oyuncusunu iç sahaya kaydırdık, böylece birinci ve ikinci kalede ikişer oyuncumuz oldu. bütün paspallığımı-za rağmen müthiş bir takım olmuştuk.
o gece Jimmy Crispin ile ilk maçımıza çıkacaktık.
eve varır varmaz ilk işim Bugsy Malone'u aramak oldu. "Bugsy, Maviler'in şampiyon olma olasılığı ne?"
"yok öyle bir olasılık, bire on bin bile versek Maviler'e oynayacak bir salak bulamayız."
"bana kaç verirsin?"
"ciddi misin?"
"evet."
"bire iki yüz elli. bir dolar oynamak istiyorsun, bu mu derdin?"
"bin!"
"bin mi! bir dakika! iki saat sonra arayacağım seni."
bir saat kırk beş dakika sonra telefon çaldı, "pekala, bahis geçerli, bin dolar her zaman işime yarar."
"sağol, Bugsy."
"bir şey değil."
o ilk maçı asla unutamam, taraftarı sahaya çekmek için şirinlik yaptığımızı sanmışlardı, ama Jimmy Crispin'in havalanıp yerden beş metre yükseklikteki sayı vuruşunu tutuşunu gördüklerinde işin rengi değişti. Bugsy her ihtimale karşı maçı izlemeye gelmişti, ben de onu izliyordum. Jimmy Crispin havalanıp topu tuttuğunda beş dolarlık purosu ağzından düştü, ama kanatlı birinin beysbol oynamasını engelleyecek bir madde yoktu, hayalarından yakalamıştık onları, hem de nasıl, o maçı kolay kazandık. Crispin dört sayı kaydetti, onlar tek sayı bile kaydedemediler.
ve sonraki maçlar, tribünlere iğne atsan yere düşmezdi, uçan bir adam görmek gelmeleri için yeterli nedendi, ama lig sonuncusu olmamız ve mevsimin kapanmasına az bir süre kalmış olması da onları stada çekiyordu, ahali geriden kopup gelen atları sever. Maviler tam gaz geliyordu, bir mucize yaşanıyordu.
LIFE dergisinden söyleşiye geldiler. TIME. LIFE. LOOK, oğlan hiç bir şey söylemedi onlara, "tek isteğim Maviler'in kupayı aldıklarını görmek," dedi. o kadar.
yine de zordu ama, matematiksel olarak ve bir masal kitabının sonu gibi her şey ligin son maçına kilitlendi; Kaplanlar'la puanlarımız eşit, liderliği paylaşıyoruz, maçı alan kupayı da alıyor. Jimmy takıma katıldıktan sonra tek maç kaybetmemiştik ve 250.000 dola-ra iyice yaklaşmıştım, ne menajerdim ama!
O son maçın oynanacağı gece büroda oturuyorduk, ihtiyar Henderson ve ben. ve merdivende bir gürültü koptu, sonra biri yığıldı odanın içine, zom. J.C. kanatları gitmişti, kökleri duruyordu sadece.
"kanatlarımı testere ile kestiler, orospu çocukları! otel odasında yanıma bir kadın soktular, ne kadın! ne yavru! acayip içirdiler, duble duble! kaltağın üstüne çıktım ve KANATLARIMI KESMEYE BAŞLADILAR! dondum kaldım! boşalamadım bile! ne maskaralık! ve herif durmadan puro içiyor, arka tarafta kıkırdayıp duruyordu... -tanrım, ne kadın, ve işi bitiremedim... lanet olsun..."
"bir kadının yaktığı ilk adam sen değilsin yavrum, kanama var mı?" diye sordu Henderson.
"hayır, sırf kıkırdaktı zaten, ama çok üzgünüm, Maviler'i hayal kırıklığına uğrattım, çok kötü hissediyorum kendimi, çok kötü."
o kendini kötü hissediyordu! ben 250.000 dolardan olmuştum.
masanın üstündeki şişeyi bitirdim. J.C. oynayamayacak kadar sarhoştu, kanatlı ya da kanatsız. Henderson başını masanın üstüne koyup ağlamaya başladı, alt çekmecede silahını buldum, ceketimin cebine koyup aşağı indim, stada girdim, şeref tribününe doğru yürüdüm. Bugsy Malone ve yanındaki harikulade kadının oturduğu locanın tam arkasındaki locaya oturdum. Henderson'ın locasıydı ve Henderson ölü bir melekle ölümüne içiyordu, o locaya ihtiyacı yoktu artık, takımın da bana. kulübeye telefon edip başlarının çaresine bakmalarını söylemiştim.
"selam, Bugsy," dedim.
maç bizim sahamızda oynandığı için ilk onlar hücum ediyorlardı.
"orta sahada oynayan adamın nerde? göremiyorum." dedi Bugsy beş dolarlık purolarından birini yakarak.
"orta sahada oynayan adamım senin üç dolar elli sentlik Sears-Roebuck testeren sayesinde cennete döndü."
güldü Bugsy. "şeytana pabucunu ters giydiririm ben. bu yüzden bugün bulunduğum yerdeyim."
"bu şahane kadın kim?" diye sordum.
"ha, bu Helena. Helena, bu Tim Bailey, beysbol tarihinin en kötü menajeri."
Helena bacak denen o naylon şeyleri birbirinin üstüne attı ve Crispin'i her şey için bağışladım.
"memnun oldum, Bay Bailey."
"ben de."
maç başladı, eski günler geri gelmişti. 7. bölüme gelindiğinde 10-0 gerideydik. Bugsy'nin keyfine diyecek yoktu, hatunun bacaklarını okşuyor, sık sık sokulup bir şeyler mırıldanıyordu, dünya cebindeydi, bana dönüp beş dolarlık bir puro uzattı, yaktım.
"senin oğlan melek miydi gerçekten?" diye sordu pis pis sırıtarak.
"ona kısaca J.C diye hitap etmemizi istemişti, ama biliyorsam al-lah belamı versin."
"insan ne zaman yolu kesişse Tanrı'yi altediyor galiba," dedi.
"bilmiyorum," dedim, "ama bildiğim bir şey varsa o da bir adamın kanatlarını kesmenin hayalarını kesmekten farksız olduğu."
"olabilir, ama bana sorarsan dünyayı güçlüler döndürür."
"ya da dünyayı ölüm durdurur, hangisi sence?"
cebimden silahı çıkarıp ensesine dayadım.
"tanrı aşkına, Bailey! kendine gel! varımın yoğumun yarısı senin! hayır, tamamı senin-kadın da. yeter ki o silahı ensemden çek!"
"öldürmeyi güçlü olmak sanıyorsan bir de şu gücün tadına bak!"
tetiği çektim, korkunçtu, bir luger. beyin parçaları ve kan saçıldı her yere: üstüme, kadının naylon bacaklarına, elbisesine...
bizi oradan çıkarıncaya kadar oyuna ara verdiler -Bugsy'nin cesedi, kadın ve ben. sonra maçı tamamladılar.
Tanrı'nın İnsan'a üstünlüğü; İnsan'ın Tanrı'ya üstünlüğü, her şey bu kadar hasta iken annenin çilek kompostosu.
maçın sonucunu ertesi gün hücremde, gardiyan bana gazeteyi verdiğinde öğrendim;
"MAVİLER 14. BÖLÜMDE ŞAHLANDI, 12-11. MAÇ VE KUPA MAVİLER'İN."
hücrenin penceresine gittim, yerden sekiz kat yüksekteydim, ga-zeteyi top yaptım, parmaklıkların arasından sokup fırlattım ve yere doğru inerken seyrettim, açıldı, kanatları vardı sanki, s.kmişim kanatlan, açık bir kağıt parçası nasıl süzülürse öyle süzüldü, o dokunamadığım beyaz mavi dalgalara doğru. Tanrı İnsan'ı her seterinde altediyordu, her ne idiyse Tanrı -lanet bir makineli ya da Klee'nin bir tablosu, neyse, o naylon bacaklar başka bir budalanın beline dolanıyorlardı şimdi. Malone bana iki yüz elli bin dolar borçluydu ve ödeme yapamıyordu, kanatlı J.C. kanatsız J.C. J.C çarmıhta, ben ise hâlâ hayattaydım ve hücrenin arkasındaki kapaksız oturağa oturup sıçmaya başladım, eski beysbol menajeri, ve hafit" bir rüzgâr esti parmaklıkların arasından.
---
sıcaktı içerisi, piyanonun basma oturup piyano çalmaya başladım, bilmiyordum piyano çalmayı, tuşlara vuruyordum sadece, birkaç kişi kanepenin üstünde dans etmeye başladı, sonra piyanonun altına baktım ve yere uzanmış bir kız gördüm, eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı, bir elimle çalarken uzanıp öbür elimle kızı elledim, ya kötü müzik ya da ellenmiş olmak kızı uyandırdı, piyanonun altından çıktı, kanepenin üstünde dans edenler dans etmeyi kestiler, kanepeye uzanıp on beş dakika kestirdim, iki gün iki gecedir uyu-mamıştım. sıcaktı içerisi, sıcak, uyandığımda kahve fincanlarından birine kustum, fincan dolduğunda bir kısmını kanepeye saldım, biri koşup büyük bir tencere getirdi, tam zamanında, boşalttım, ekşi. her şey ekşiydi.
kalkıp banyoya girdim, iki çıplak adam vardı içerde, birinin elinde traş kremi ile traş fırçası vardı, diğerinin kamışını ve hayalarını fırçalıyordu.
"sıçmam gerek," dedim onlara.
"sıç öyleyse," dedi fırçalanan, "bizimle ne ilgisi var?"
oturdum.
fırçalayan adam fırçalanana, "Simpson'un Klüp 86'dan kovulduğunu duydum," dedi.
"KPFK," dedi fırçalanan, "Douglas Aircraft, Sears Roebuck ve Thrifty Drugs'dan daha çok adanı atıyorlar, bir yanlış sözcük, küstahça bir cümle ve kapıdasın. KPFK'da yeri sağlam tek kişi Elliot Mintz'dir -o da çocuk akordeonu gibidir: neresinden sıkarsan sık aynı sesi verir."
"şimdi dene," dedi elinde fırça olan.
"neyi deneyim?"
"sertleşinceye kadar kamışını sıvazla."
iri bir tane bıraktım.
"tanrım!" dedi elinde fırça olan, ama fırça elinde değildi artık, lavaboya fırlatmıştı.
"ne oldu?" diye sordu öteki.
"seninkinin başı çekiç gibiymiş!"
"bir kaza geçirdim de. o yüzden."
"keşke ben de öyle bir kaza geçirseydim."
bir tane daha bıraktım.
"hadi."
"ne hadi?"
"iyice arkaya yaslanıp bacaklarının arasına yerleştir."
"böyle mi?"
"evet."
"şimdi ne yapacağım?"
"göbeğini aşağı indir, ileri »eri sürt. bacaklarını iyice bitiştir, evet, böyle! kadına ihtiyaç duymayacaksın artık!"
"Harry, yerini tutmaz! kafa mı buluyorsun benimle?"
"zamanla kaparsın! göreceksin!"
kıçımı sildim, sifonu çektim ve dışarı çıktım.
buzdolabına gidip bir kutu bira aldım, iki kutu bira aldım, ikisini de açıp birincisine başladım. Kuzey Hollywood civarında bir yerde olduğumu tahmin ediyordum, başına kırmızı bir kask geçirmiş sakalı iki metre uzunluğunda birinin karşısına oturdum, iki gündür son derece parlak ve enerjikti ama aldığı hapların etkisi geçmiş, mazotu bitmişti, uyku safhasına gelmemişti henüz ama, hüzünlü ve boş safhadaydı, birilerinin bir cigaralık sarmasını ümit ediyordu belki de, kimseden bir şey çıkmıyordu ama.
"Koca Jack," dedim.
"Bukowski, bana kırk dolar borçlusun," dedi Koca Jack.
"bak, Jack, gecen gece sana yirmi dolar verdiğime dair bir his var içimde, sana bir yirmilik verdiğimi hatırlıyorum."
"ama hatırlamıyorsun, değil mi Bukowski? çünkü sarhoştun, Bukowski, bu yüzden de hatırlamıyorsun."
ayyaşlardan hoşlanmazdı Koca Jack.
sevgilisi Maggy yanındaydı, "ona yirmi dolar verdiğin doğru," dedi, "ama içki almasını istediğin için. gidip sana içki aldık, paranın üstünü de verdik."
"pekala, ama nerdeyiz? Kuzey Hollywood'da mı?"
"hayır, Pasadena'da."
"Pasadena mı? inanmıyorum."
insanların koca bir perdenin arkasına geçip kaybolduklarının farkındaydım. kimi on ya da yirmi dakika sonra dönüyor, kimi hiç dönmüyordu. 48 saattir sürüyordu bu iş. ikinci birayı içtim, kalktım, perdeyi çekip içeri girdim, çok karanlıktı içerisi ama ot kokusu aldım, ve g.t. orada durup gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim, erkekti çoğu. birbirlerinin kıçını yalıyorlardı, köklüyorlardı. bana göre değildi, jimnastik takımı paralel barda sıkı bir çalışma yaptıktan sonra salon nasıl kokarsa öyle kokuyordu içerisi, bir de ekşi sperm kokusu, öğürdüm, açık tenli bir zenci geldi yanıma.
"hey, Charles Bukowski değil misin sen?"
"evet," dedim.
"hey! bu büyük bir şeref benim için! ÖLÜ ELDEKİ ÇARMIH'ı okudum. Verlain'den sonra gelmiş geçmiş en büyük şair olduğunu düşünüyorum!"
"Verlaine mi?"
"evet, Verlaine!"
uzanıp hayalarımı kavradı, elini ittim.
"sorun ne?"diye sordu.
"şimdi değil yavrum, bir arkadaşımı arıyorum." "oo, özür dilerim..."
uzaklaştı, bir süre etrafıma bakındım, çıkmak üzereydim ki uzak bir köşede duvara yaslanmış oturan bir kadın gördüm, bacakları açıktı ama düşte gibiydi, pantolonumu ve şortumu indirdim, iyi görünüyordu kadın, soktum.
"ah," dedi, "çok güzel! öyle eğiksin ki! zıpkın gibi!"
"çocukken bir kaza geçirdim, üç tekerlekli bisikletten düştüm."
"aaahhhh..."
iyice kaptırmıştım ki biri arkadan bana değdirdi. flaşlar patladı gözümde.
"hey, ne S.KİM iş bu!" uzanıp çıkardım lanet şeyi. herifin kamışı elimde orada durmuştum, "ne yaptığını sanıyorsun arkadaşım?" diye sordum.
"bak, dostum," dedi, "bu oyun bir deste kağıtla oynanır, oyunu oynamak istiyorsan eline katlanacaksın."
şortumu ve pantolonumu çekip dışarı çıktım.
Koca Jack ile Maggy gitmişlerdi, birkaç kişi yerde sızmıştı, gidip bir bira daha aldım, birayı içtim ve evden çıktım, tepe ışığı açık bir ekip otosu gibi çarptı güneş, külüstürü başkasının park girişine park edilmiş buldum, sileceğinin altında da park cezası, çıkabilecek kadar mesafe vardı yine de. herkes ne kadar ileri gidebileceğini biliyordu, iyiydi.
benzinlikte durdum, pompacı Pasadena otoyoluna nasıl çıkacağımı tarif etti. eve vardım, ter içinde, dudaklarımı ısırdım uyanık kalabilmek için. Arizona'daki eski karımdan mektup vardı posta kutumda.
"...zaman zaman kendini yalnız hissedip bunalıma girdiğini biliyorum, kendini yalnız hissettiğinde Bridge Kulübe git. ordaki insanları seveceğini sanıyorum, bazılarını en azından. Unitarian Kili-sesi'ndeki şiir dinletilerine de gitmelisin..."
açtım sıcak suyu, doldurdum küveti, soyundum, bir bira buldum, yarısını içtim, kutuyu küvetin kenarına yerleştirdim ve kendimi suya bıraktım, traş sabunu ile traş fırçasını aldım ve aleti sabunlamaya başladım.Kerouac'ın adamı Neal C'yi, Meksika raylarına ölmeye yatmaya gitmeden birkaç gün önce tanıdım, gözleri yüzünden fırlamak istiyorlardı sanki, başım müzik kolonuna dayamış sıçrıyor, yerinde koşuyor, göz süzüyordu ve beyaz bir tişört vardı üstünde, guguk kuşu gibi ötüp müziğe eşlik ediyordu, gösterinin lideriymiş gibi çok hafif gerisinde nabzın, biramla oturup onu seyrettim, iki altılık getirmiştim. Bryan sürekli basılıp kapatılan o gösteri ile ilgili bir haber yapmaları için iki kişiyi görevlendirmişti, onlara fotoğraf makinesi için film veriyordu, o Frisco şairinin yazdığı gösteri ne oldu gerçekten, şairin adını unuttum, neyse, kimse Neal C.'nin farkında değildi ve Neal C. umursamıyordu, ya da umursamıyormuş gibi yapıyordu, şarkı bittiğinde gazete için çalışan çocuklar gittiler ve Bryan beni efsane Neal C. ile tanıştırdı.
"bir bira almaz mısın?" diye sordum.
Neal paketten bir şişe çıkardı, havaya fırlattı, yakaladı, kapağını açtı ve şişeyi iki dikişte bitirdi.
"bir tane daha al."
"eyvallah."
"ben de kendimi sıkı biracı sanırdım."
"ben o genç ve bıçkın kodes çocuğuyum, yazılarını okudum."
"ben de seninkileri okudum, su banyonun penceresinden dışarı tırmanıp çırılçıplak çalılıklara saklanma ile ilgili olan. iyiydi."
"evet." birayı dikti, asla oturmuyordu. geziniyordu sürekli, biraz hesaplıydı hareketliliği, ölümsüz ışık, ama nefret yoktu içinde, keriz gibi Koreuac'ın oltasına tekrar tekrar gelip ısrarla zokayı yuttuğu için sevmek istememene rağmen seviyordun onu. Neal'in iyi biri olduğunu biliyordun, hem başka bir açıdan baktığında Jack bir kitap yazmıştı alt tarafı, Neal'in annesi değildi, celladıydı sadece, isteyerek ya da istemeyerek.
odanın içinde dans ediyor, uçuyordu, yaşlı görünüyordu yüzü, buruk, ama bedenen on sekizinde bir delikanlıydı.
"şansını denemek ister misin. Bukowski?" diye sordu Bryan.
"evet, var mısın, koçum?" diye sordu bana Neal.
yine. nefretin zerresi yok. oyunun akışı içinde.
"hayır, sağol. gelecek Ağustos'da kırk sekizime basacağım, son dayağımı yedim."
onunla baş edemezdim.
"son ne zaman gördün Kerouac'ı?" diye sordum.
1962 ya da 1963 dedi yanılmıyorsam, her neyse, uzun zaman olmuştu.
Neal ile birada kafa kafaya gittik, çıkıp bir altılık daha aldım, büroda iş bitmek üzereydi, Neal Bryan'da kalıyordu. Bryan beni yemeğe davet etti, "olur," dedim, çakır keyif olduğum için başıma gelecekleri düşünemedim.
dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu, yollan iyice kayganlaş-tıran cinsten bir yağmur, hâlâ olacakların farkında değildim, arabayı Bryan sürecek zannediyordum, ama Neal geçti direksiyona, arka koltuktaydım en azından. Bryan oturdu öne. ve yolculuk başladı, o kaygan caddelerde fişek gibi gidiyordu ve tam köşeyi geçtik derken Neal sağa ya da sola dönmeye karar veriyordu, park etmiş arabaları yalayarak, mesafe saç teli kadar ince, ancak o şekilde tarif edilir, milimetrik bir hata sonumuz demekti.
arabaları yaladıktan sonra her seferinde, "yok ebenin .mı," gibi saçma sapan bir şey söylüyordum ve Bryan bir kahkaha atıyordu ve Neil sürüyordu, ciddi değil, neşeli değil, müstehzi değil, orada sadece -doğru zamanda doğru hareket, anladım, gerekliydi, onun are-nasıydı, hipodromuydu, kutsal ve gerekliydi.
asıl numarasını Sunset Bulvarı'nda Carlton'a giderken çekti, kuzey istikametinde, yağmur şiddetini artırmış, görüş mesafesi azalmıştı. Sunset'ten saptığında bir sonraki hamlesini tasarladı Neal, tam gaz satranç. Bir bakışta verilmiş bir karar, başka türlü olamazdı. Carlton'da sola sapar sapmaz Bryan'ın evine varacaktık, önümüzde bir araba vardı, karşı yönden ise iki araba geliyordu, yavaşlayıp trafiği izleyebilirdi ama devinimini yitirecekti. Neal'den söz ediyoruz burada, önümüzdeki arabayı solladı ve. tamam, buraya kadarmış, neyse, çok da önemi yok zaten, hiç önemi yok, diye geçir-dim içimden, öyle geçiyor insanın içinden, benimkinden öyle geçti, iki araba birbirlerine doğru atıldılar, kafa kafaya, karşıdan gelen öylesine yaklaşmıştı ki farlarının ışığı arka koltuğu aydınlattı, karşıdan gelenin son anda frene bastığını sanıyorum, bu da bize gerekli saç teli yakınlığını vermişti. Neal her şeyi hesaplamış olmalıydı, bitmemişti ama. şimdi tam gaz gidiyorduk ve karşıdan yavaş gelen ikinci araba Carlton'da sola dönüşü engelliyordu, o arabanın rengini asla unutmayacağım, o kadar yakınlaştık, gri-mavi, eski bir küpe, kambur ve dört tekerlek üstünde bir saç yığını. Neal sola kırdı. Arabayı ortalayacağımızdan hiç şüphem yoktu, aşikardı, ama nasılsa, üstümüze gelen arabanın hareketi ile bizim hareketimiz mükemmel bir şekilde buluştu, saç teli. bir kez daha. Neal park etti ve Bryan'ın evine girdik. Joan yemeği getirdi.
Neal kendi tabağını ve benimkini sildi süpürdü, biraz şarap içtik. John'un hayli entelektüel ve eşcinsel genç bir çocuk bakıcısı vardı, ki yanılmıyorsam şimdi ya bir rock grubuna katıldı ya da intihar etti, ya da öyle bir şey. neyse, yanımdan geçerken kalçasını çimdikle-dim. bayıldı.
kalmayı düşündüğümden çok daha uzun kaldım yanılmıyorsam, Neal ile içip muhabbet ettik, çocuk bakıcısı Hemingway'den bahsedip duruyor, beni Hemingway'e benzetiyordu, sonunda sesini kesmesini söyledim, kalkıp Jason'a bakmaya gitti, iki gün sonra Bryan aradı beni:
"Neal öldü, Neil öldü."
"allah kahretsin, olamaz."
sonra Neal'in ölümü hakkında bilgi verdi Bryan, telefonu kapattım.
buraya kadardı.
bütün o araba yolculukları, Kerouac'ın bütün sayfaları, kodesler, bir Meksika ayının altında ölmek bir başına, bir başına, anlıyor musunuz? sefil ve cılız kaktüsleri göremiyor musunuz? Meksika sadece baskı altında olduğu için kötü bir yer değil, Meksika zaten kötü bir yer. erketeye yatmış çöl hayvanlarını göremiyor musunuz? kurbağalar, boynuzlu ve basit, insana beyninin yarıklarını andıran yı-
lanlar, durarak, bekleyerek, aptal bir Meksika ayının altında aptal, timsahlar, böcekler, kumun üstünde yatan beyaz tişörtlü adamı gözleyerek.
devinimini buldu Neal, kimseye zararı dokunmadı, genç ve bıçkın kodes çocuğu ölüme yattı Meksika raylarında.
onu tanıdığım o gece, "Kerouac bütün öbür bölümlerini yazdı, ben senin son bölümünü yazdım bile." demiştim.
"güzel," demişti, "yaz."
işte.
---
intiharların havada asılı kaldığı ve sineklerin çamurla beslendikleri yerlerde daha uzun sürer yazlar. 50'li yılların ünlü sokak şairlerinden ve hâlâ hayatta, şişemi kanala fırlatıyorum, Yenice'deyiz, Jack burada bir haftalığına bir oda tuttu, birkaç gün sonra bir yerde bir şiir dinletisi vermesi gerekiyor, tuhaf görünüyor kanalt çok tuhaf.
"intihar edilemeyecek kadar sığ." "evet," diyor Bronx'ın o aktör ağzı ile, "haklısın." 37 yaşında, saçları kır. kanca burun, omuzlar çökük, enerjik, kafası bozuk, küçük bir Yahudi gülümsemesi. Yahudilikle ilgisi bile yoktur belki, sormuyorum.
hepsini tanımış, bir partide söylediği bir şey hoşuna gitmediği için Barney Rosset'in ayakkabısına işemiş. Ginsberg'i, Creeley'i, Lamantia'yı, hepsini tanıyordu Jack, şimdi de Bukowski.
"evet, Bukowski Venice'e beni görmeye geldi, yüzü yara izlerinden harita gibi olmuş, omuzları çökük, çok yorgun görünümlü bir adam. pek konuşmuyor, konuştuğunda da söyledikleri hayli sıkıcı, sıradan şeyler, bütün o şiir kitaplarını onun yazdığına inanmak güç. postanede çok fazla kalmış ama. sıyırmış biraz, ruhunu kemir-mişler. ama hâlâ sıkı herif, biliyor musun?"
Jack içinde bu çemberin, ve insanların büyütülecek yanları olmadığını bilmek gülünç ama gerçek, bir oyun her şey, sen bunu za- ten bilirsin, ama Venice Kanalı'na oturmuş büyük boy bir akşamdan kalmalığı üstünden atmaya çalışırken başkasının ağzından duymak gülünç.
elindeki kitabın sayfalarını karıştırıyor, şair fotoğraflarından oluşmuş, ben yokum, geç başladım, küçük odalarda tek başıma şarap içme faslını uzun tuttum, münzevinin aslında deli olduğu söylenir, haklı olabilirler.
kitabı karıştırıyor, tanrım, akşamdan kalmalığım ve aşağıdaki bütün o suyla orada oturmak yeterince zor zaten, ve Jack kitabın sayfalarını karıştırıyor, ışık lekeleri görüyorum, burunlar, kulaklar, fotoğraf sayfalarının parlaklığı, umurumda değil, ama bir şeyler hakkında konuşmak zorundayız ve ben pek hoş sohbet değilimdir, işi o yapıyor, hadi öyleyse, Venice Kanalı, yaşamanın o yürek pa-ralayıcı ödlek hüznü...
"bu tip iki yıl önce aklını yitirdi."
"bu çükünü emersem kitabımı basmayı vaad etti bana."
"emdin mi?"
"emdim mi? ağzına bir tane yerleştirdim! bununla!"
Bronx yumruğunu gösteriyor bana.
gülüyorum, rahat ve insani, her erkek i.ne olmaktan korkar, ben usandım bu işten hatta, hepimiz i.neleşip rahatlamalıyız belki de. yumruklarım konuşturan Jack hariç, bu konuda farklı biri nihayet, çok fazla insan i.neler hakkında fikirlerini söylemekten çekiniyor -entelektüel olarak, sol kanat için fikirlerini söylemekten çekinen çok insan olduğu gibi -entelektüel olarak, bu işlerin ne tarafa gideceği beni ilgilendirmez -tek şey biliyorum; çekinen çok insan var..
bu anlamda iyi geliyor bana Jack, çok fazla entelektüel gördüm son zamanlarda, her ağızlarını açtıklarında mutlaka elmaslar saçan değerli entelektüellerden çok sıkıldım, beynime bir soluk hava çekebilmek için savaşmaktan bıktım, yıllarca insanlardan kaçmamın nedeni bu, ve onlarla görüşmeye başladığımdan beri inime dönme zamanının geldiğini hissediyorum, zihinden başka şeyler de var hayatta: böcekler ve palmiye ağaçları ve biberlikler, ve bir biberliğim olacak inimde, gülün siz.
insan her zaman ihanet eder sonunda.
kimseye güvenme.
"bütün şiir oyunu i.neler ve solcular tarafından yönetiliyor," diyor kanala bakarak.
hayli acı ve tartışılamaz bir gerçek gizli bunun altında ve onunla ne yapacağımı bilemiyorum, şiir oyununun adil bir oyun olmadığını ben de biliyorum -ünlülerin kitapları o kadar sıkıcı ki, Shakespeare dahil, o zaman da öyle miydi acaba?
Jack'e biraz malzeme vermeye karar veriyorum.
"eski poetry dergisini hatırlıyor musun? Monroe muydu yoksa Shapiro'mu hatırlamıyorum, şimdi dergi o kadar kötü ki artık okumuyorum, ama Whitman'ın bir sözünü hatırlıyorum:
"'büyük şair yaratmak için büyük dinleyici gerek.' ben Whitman'ı her zaman kendimden iyi bir şair olarak görmüşümdür, önemi varsa, ama bu kez fena yanılmış, şöyle olmalıydı:
'"büyük dinleyici yaratmak için büyük şairler gerek.'"
"eyvallah, öyle olsun," dedi Jack, "bu gelişimde gittiğim bir partide Creeley'ye rastladım ve hiç Bukowski okuyup okumadığını sordum, dondu kaldı, cevap bile vermedi yahu, anlıyor musun?"
"topuklayalım burdan," diyorum.
arabama doğru yürüyoruz, var bir arabam bir şekilde, külüstür, elbette, kitap Jack'in elinde hâlâ, sayfalarını karıştırmaya devam ediyor.
"bu çük emer."
"yok ya?"
"bu kırbaçla kıçını kamçılayan bir öğretmenle evli. korkunç bir kadın, evlendiğinden beri tek kelime yazmadı, ruhunu yarığına hapsetmiş."
"Gregory'den mi söz ediyorsun yoksa Kero'dan mı?
"yok, bu başka biri!"
"tanrım!"
arabama doğru yürümeye devam ediyoruz, kendimi hayli donuk hissediyorum ama bu adamın enerjisini de HİSSEDEBİLİYORUM. ENERJİ, ve o anda birkaç ölümsüz ve alaylı sokak şairimizden bi-rinin yanında yürüyor olabileceğimi idrak ediyorum, ama biraz düşündükten sonra, öyle olsa ne yazar, diye geçiriyorum içimden.
arabaya biniyorum, külüstür çalışıyor ama vites sorunu var yine. bütün yolu ikinci viteste gitmek zorundayım, her ışıkta stop ediyor kancık, akü zayıf, dua ediyorum, bir deneme daha, çalışıyor, polis olmasın artık, alkollü araba sürmekten bir kez daha tutuklanmak istemiyorum, kimsenin çarmıhında İsa olmasın artık, Nixon, Humphrey ve İsa arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılırsak ne yöne dönersen dön s.kilebilirsin, ve ben sola dönüp evin önünde duruyorum.
hâlâ sayfalan karıştırıyor Jack.
"bu tip iyidir, babasını, annesini, karısını, sonra da kendini öldürdü, ama üç çocuğunu ve köpeğini öldürmedi. Baudelaire'den sonra gelmiş geçmiş en iyi şair."
"yok ya?"
"kesinlikle."
külüstürden iniyoruz, bir dahaki sefere de çalışması için istavroz çıkarıyorum.
yukarı çıkıyoruz, Jack kapıyı çalıyor.
"KUŞ! KUŞ! Jack ben!"
kapı açılıyor ve Kuş beliriyor, iki kere bakıyorum, kadın mı erkek mi anlayamıyorum, yüzü dokunulmamış güzellik damıtılmış afyon özü. erkek, hareketleri erkek, anlıyorum, ama her sokağa çıktığında korkunç bir şiddete maruz kalabileceğini de biliyorum, sokağa değil cehenneme çıkıyor olmalı, hiç ölmediği için öldürürlerdi onu. benim onda dokuzum ölü, ama yaşayan onda birimi silah gibi kullanırım, sokakta yürüdüğümde gazete satıcısı sanabilirler beni, ki bazı gazetecilerin yüzü bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün Amerikan Başkanları'nın yüzlerinden daha güzeldir, ama bu da marifet değil.
"Kuş, 20 dolara ihtiyacım var," diyor Jack.
lanet bir yirmilik sıyırıyor Kuş. hareketleri kararlı, endişenin kırıntısı yok.
"sağol, yavrum."
"bir şey değil, neden girmiyorsunuz?" "pekala."
içeri girip oturuyoruz, kitaplık, şöyle bir göz atıyorum, sıkıcı tek bir kitaba bile rastlamıyorum, hayran olduğum bütün kitapları görüyorum orada, ne s.kim iş? düşte miyim? oğlanın yüzü o kadar güzel ki her baktığımda iyi hissediyorum kendimi, haftalarca süren sarhoşluktan ayıklıktan sonra pastırmalı kuruya yumulmak gibi, haftalardır adam gibi bir öğün yememişsin, adam sen de, benim gardım hep yukardadır.
Kuş. ve okyanus, ve zayıf akü. külüstür, polisler aptal ve kuru sokaklarını denetliyorlar, ne kötü bir savaş, ve ne saçma sapan bir kabus, sadece şu serin an aramızda, hepimizi bir gün çabucak ezip bozuk çocuk oyuncaklarına çevirecekler, merdivenden neşe içinde inerken sonsuza dek kurtuluşa s.kilmeyi bekleyen yüksek ökçeli ayakkabılara, sonsuza dek, sonsuza dek, ahmaklar ve budalalar, budalalar ve aletler, cılız cesaretimize lanet olsun.
oturuyoruz, bir küçük şişe skoç geliyor, dörtte birini dikiyorum, ah, öğürüyorum, gözlerimi kırpıyorum, geri zekalı, elliye merdiven dayamışsın, hâlâ kahramanlık taslamaya çalışıyorsun, kusmuk bombardımanına tutulmuş salak bir kahraman.
Kuş'un karısı giriyor içeri, tanışma faslı, kahverengi elbisesi ile ırmak gibi akıyor kadın, gözlerindeki gülümseme ile akıyor, akıyor, akıyor diyorum size.
"HEY HEY HEY!" diyorum.
o kadar güzel ki tutup havaya kaldırıyorum, kucaklıyorum, sol kalçamda taşıyorum, döndürüyorum, gülüyorum, kimse deli olduğumu düşünmüyor, hepimiz gülüyoruz, hepimiz anlıyoruz, hatunu indiriyorum, oturuyoruz.
Jack'in hoşuna gidiyor biraz heyecanlanmam, bir süredir ruhumu taşıyor, yorgun, o Bronx gülümsemesi yine. iyi biri Jack, hiç onlara baktığınızda, dinlediğinizde size sadece yardım etmek istediklerini hissettiğiniz insanlarla bir odada bulundunuz mu? enderdir, bu o sihirli zamanlardan biri. biliyordum, pırıl pırıl parladığımı hissediyordum, önemi yoktu, eyvallah.utancımdan şişenin bir dörtte birini daha diktim, odadaki dört kişinin içinde en zayıfı olduğumu biliyordum ve kimseye kötülük yapmak istemiyordum, o kolay kutsallıklarının farkında olmalarım istiyordum sadece, azgın dişilerin arasına atılmış gözü dönmüş otuzbirci bir köpek gibi seviyordum onları, yalnız onlar sperm ötesinde bir mucize sunuyorlardı bana.
Kuş bana baktı.
"kolajımı gördün mü?"
üstünden bir kadın küpesi ve birkaç saçmalık daha sarkan bok renginde bir şey gösteriyor bana.
(bu arada... geçmiş zamandan şimdiki zamana geçip durduğumun farkındayım, ve beğenmiyorsanız... meme ucu sokun kıçınıza -yayıncı: bu kalsın.)
çenem düşüyor ve bir sürü şeyi neden sevmediğimi, Resim Der-si'nde çektiğim acıları anlatıyorum uzun uzun...
Kuş basıyor dur düğmeme.
bir iğne koluna soktuğu alt tarafı, ve gülümsüyor bana, ama ben de biliyorum bu işin derinini: belki, rivayete göre hayatını sürdürmeyi başarabilen tek eroinman Burroughs Şirketi'nin sahibi sayılan William Burroughs'muş ve aslında içinde ödlek şişman çükemen bir i.ne iken ortalıkta kabadayı gibi dolaşıyoı muş. duyduğum bu, sır gibi saklanıyor, doğru mu? doğru ya da yanlış, son derece sıkıcı bir yazar Burroughs, kitaplarında ısrarla kullandığı pop kültürünü çıkarırsak geriye bir şey kalmaz, Faulkner'in bugün Bay Corrington gibi Güney ısrarcıları dışında hiç kimseye bir şey ifade etmediği gibi.
"güzelim," diyorlar bana, "sarhoşsun."
ve öyleyim, sarhoşum, sarhoşum.
ya polise yem olacağım ya da orada uyuyacağım.
bir yatak hazırlıyorlar benim için.
çok hızlı içiyorum, seslerini duyuyorum, uzaktan.
uyuyorum, dayanışma duygusu ile. deniz beni boğmayacak, onlar da. seviyorlar uyuyan bedenimi, g.tün tekiyim, uyuyan bedenimi seviyorlar. Tanrf nın bütün çocuklarının sonu böyle olsun.
tanrım tanrım tanrım
kimin umurunda ölü bir akü?
---
aman allahım, korkunçtu -yeraltındaki devasa yarıklardan çıkıp dalga dalga üstüme geliyor, Times Meydanı yakınlarında elimdeki mukavva bavulumla fırıldak gibi döndürüyorlardı beni.
sonunda içlerinden birine Village'ın nerede olduğunu sormayı başardım. Village'a vardığımda bir oda tuttum ve şarabımı açıp ayakkabılarımı çıkardıktan sonra odada bir şövale olduğunu fark ettim, ressam değildim ama, talihini deneyen bir delikanlıydım sadece, şövalenin arkasına oturup kirli pencereden dışarıyı seyrettim.
bir şişe şarap daha almak için odadan çıktığımda üstünde ipek robu ile bir adam gördüm, başında bere, ayağında sandalet ve hastalıklı bir sakalı vardı, telefonda konuşuyordu.
"evet sevgilim, lütfen, seni görmem gerek aşkım! yoksa bileklerimi keserim...! evet!"
bir an önce kendimi sokağa atsam iyi olacak, diye geçirdim içimden, bağcıklarını bile kesmez bu. ne iğrenç bir tip. ve dışarda kafelerde oturuyorlardı, son derece rahat, başlarında bere, ne gerekiyorsa, yeter ki sanatçı gibi görünsünler.
bir hafta kalıp içtim, kiranın bitmesini bekleyerek, sonra da Village'ın dışında bir oda tuttum, dedi toplu büyükçe bir odaydı ve çok ucuzdu, nedenini anlayamamıştım, köşede bir bar buldum, bütün gün oturup bira içtim, param hızla tükeniyordu, ama her zamanki gibi nefret ediyordum iş aramaktan, sarhoş ve aç geçirdiğim her dakikanın benim için özel bir anlamı vardı, o gece iki şişe porto şarabı alıp odama çıktım, soyundum, bir bardak bulup ilk şarabı koydum ve karanlıkta yatağa uzandım, işte o zaman anladım odanın neden bu kadar ucuz olduğunu. "L" treni pencerenin önünden geçiyordu, durak pencerenin önündeydi, tam önümde, odanın tamamı trenin ışığı ile aydınlanıyordu, ve bir tren dolusu yüz geçiyordu önümden, korkunç yüzler: fahişeler, orangutanlar, deyyuslar, kaçıklar,katiller -efendilerim, sonra tren yavaşça hareket ediyordu ve oda bir kez daha karanlığa gömülüyordu -bir sonraki tren dolusu yüzlere kadar, ki her seferinde beklediğimden çabuk geliyordu, iki şişe şarap almakla ne iyi etmiştim.
otelin sahibi Yahudi bir karı kocaydı, otelin tam karşısında terzi ve kuru temizleme dükkanları vardı, yanımdaki birkaç paçavranın kuru temizlemeye ihtiyacı olduğuna karar verdim, iş avına çıkma zorunluluğu geğirip osuruyordu ufkumda, elimdeki paçavralarla sarhoş girdim içeri.
"...bunları kuru temizleyin ya da yıkayın filan..."
"ah yavrum! dilenci gibi dolanıyorsun! pencereleri bile silmem ben bunlarla, bak sana ne diyeceğim... Sam, bakar mısın?"
"evet?"
"bu temiz gence şu adamın bıraktığı takım elbiseyi göstersene!"
"evet, evet, çok güzel takım, anne! adamın o takımı nasıl bıraktığını anlamıyorum!"
diyalogların tamamını aktarmayacağım. sadece takımın fazlası ile dar olduğunda ısrar ettiğimi söyleyeyim, yedi dolar dediler, fazla dar olmasa bile fazla pahalı olduğunu söyledim, yedi, dediler, param yok, dedim. altı. param yok. dörde indiklerinde beni takım elbisenin içine sokmalarını şart koştum, soktular, verdim dört doları, odama döndüm, takımı üstümden çıkarıp yattım, uyandığımda karanlıktı ("L" treninin gelişlerini hesaba katmadan) yeni takım elbisemi giyip kendime bir kadın bulmaya karar verdim, harikulade bir kadın elbette, keşfedilmeyi bekleyen yeteneğimi destekleyecek bir kadın.
pantolonu üstüme geçirmemle ağının arkadan sökülmesi bir oldu, yine de idare ederdi, biraz serindi gerçi ama ceketin örteceğini düşündüm, ceketi üstüme geçirdim, sol kolu omuzdan olduğu gibi söküldü, vatka çıktı ortaya, iğrenç bir görünüm.
yine kazıklanmıştım.
takımın kalanını üstümden çıkarıp oradan da taşınmam gerektiğine karar verdim.
başka bir yer buldum, bodrum tipi, basamaklardan inip kiracıla-
rın çöp bidonlarının yanından geçiyordun, seviyemi buluyordum.
ilk gece barlar kapandıktan sonra eve döndüm ve anahtarımı kaybettiğimi keşfettim, ince bir Kaliforniya tişörtü vardı üstümde sadece, soğuktan donmamak için bir otobüse binip öyle takıldım, sonunda şoför son durağa geldiğimizi söyledi galiba, hatırlayama-yacak kadar sarhoştum.
otobüsten indiğimde dışarısı hâlâ buz gibiydi ve Yankee Stad-yum'unun önündeydim.
aman allahım, diye geçirdim içimden, çocukluğumun kahramanlarından Lou Gehrig bu stadyumda beysbol oynardı ve şimdi ben önünde öleceğim: gayet uygun.
yürüdüm biraz, sonra bir kafe buldum, girdim, garsonların hepsi orta yaşlı zenci kadınlardı, ama kahve fincanları kocamandı, kahve ve çörek de bedava sayılırdı.
kahvemi ve çöreğimi alıp masalardan birine oturdum, çöreği süratle mideme indirip kahveden bir yudum aldım, sonra da cebimden bir sigara çıkarıp yaktım.
sesler duymaya başladım.
"EFENDİMİZE ŞÜKÜRLER OLSUN, KARDEŞLER!"
"OOO, EFENDİMİZE ŞÜKÜRLER OLSUN, KARDEŞLER!"
etrafıma bakındım, bütün garsonlar bana ve birkaç kişiye daha methiyeler düzüyorlardı, çok güzeldi, kabul görmüştüm sonunda. Atlantic ile Harper's'ın canı cehenneme, deha mutlaka keşfedilir, onlara gülümseyip sigaramdan bir duman aldım.
"EFENDİMİZİN EVİNDE SİGARA İÇİLMEZ, KARDEŞİM!"
söndürdüm sigarayı, kahvemi bitirdim, sonra dışarı çıkıp kapının üstündeki tabelayı okudum:
İLAHİ MİSYON.
bir sigara daha yakıp odama doğru yürüdüm, binaya vardığımda kimse kapıya cevap vermedi, sonunda çöp bidonlarının üstüne uzanıp uyudum, kaldırımda farelerin beni haklayacaklarını biliyordum, çok zeki bir gençtim.
o kadar zekiydim ki ertesi gün iş bile buldum, ve ertesi gece işteydim, akşamdan kalma, titrek ve çok üzgün.iki moruk beni yanlarına aldılar, işi öğreteceklerdi, metro keşfedildiğinden beri oradaydılar, sağ kolumuzun altında ağır mukavva panolar, sol elimizde de bira açacağını andıran küçük aletlerle yürüyorduk.
"New York'da herkesin üstünde şu yeşil böceklerden var," dedi moruklardan biri.
"öyle mi?" dedim, içimden s.kmişim böceklerin rengini diye geçirerek.
"koltukların üstünde görürsün, her gece koltukların üstünde onlardan buluyoruz."
"evet," dedi öbür moruk.
yürüdük.
büyük allahım, Cervantes'in başına böyle şeyler gelir miydi?
"bak şimdi," dedi moruklardan biri. "her panonun bir numarası var. panoları aynı numaralı panolarla değiştiririz."
trık, trık. konserve açar gibi panolardan birinin metal çerçevesini söktü, panoyu değiştirdi, eskisini sol kolunun altındaki panoların altına koydu.
"şimdi sen dene."
denedim, metal çerçeve direniyordu yer yer. bira açacağım dandikti, ve hastaydım ve titrektim.
"kaparsın," dedi moruklardan biri.
kaptım bile, g.t, diye geçirdim içimden.
ilerledik.
sonra vagonun arkasından aşağı inip rayların arasına döşenmiş kalasların üstünde yürümeye başladılar, bir buçuk metre mesafe vardı o kalasların arasında, hiç niyeti olmayan biri rahatlıkla aşağı düşebilirdi, yerden otuz metre yüksekteydik, yeni vagon da otuz metre uzakta olmalıydı, moruklar ellerindeki yükle kalasların üzerinde yürüyerek bir sonraki vagona vardılar, beni beklemeye başladılar, karşı istikametten gelen tren duraktan yolcu alıyordu, aydınlıktı orası, ama o kadar, trenin ışığı kalasların arasındaki bir buçuk metrelik boşluğu gösteriyordu bana.
"HADİ! HADİ! ACELEMİZ VAR!"
"allah sizin de acelenizin de belasını versin!" diye bağırdım iki moruğa, panolar sol kolumun altında, bira açacağı sağ elimde yürümeye başladım, bir adım, iki adım, üç adım... akşamdan kalma, hasta.
sonra yolcu alan tren duraktan ayrıldı, karanlık bir dolabın içinde kalmıştım sanki, dolabın içinden bile karanlıktı, hiçbir şey göre-miyordum. bir adım daha atmadım, arkama da dönemiyordum, kaldım öyle.
"hadi! hadi! daha sadece bir vagon yaptık."
sonunda gözlerim karanlığa biraz alıştı, titrek adımlarla ilerlemeye devam ettim, kalasların bazıları yumuşak, aşınmış, çatlaktı, bağırışlarını duymaz oldum, bütün dikkatimi adımlarıma vermiştim, attığım her adımın beni aşağıya yollayan son adım olacağı korkusu içindeydim, vagona vardım, panoları ve bira açacağını yere fırlattım.
"ne oldu, ne var?"
"bir yanlış adım insanın sonu demek burada, siz geri zekalılar bunun farkında değil misiniz?"
"bugüne kadar ölen olmadı."
"benim gibi içen de olmamıştır, hadi, bana burdan nasıl s.ktir olup gideceğimi söyleyin."
"sağ tarafta bir merdiven var ama o zaman rayların üstünden karşıya geçmen gerekecek, bu da birkaç üçüncü rayın üstünden geçmek demektir."
"has.ktir. üçüncü ray da ne?"
"elektrik, temas ettin mi güle güle."
"ne tarafta bu merdiven?"
aşağı inen merdiveni gösterdiler moruklar, pek uzak sayılmazdı.
"beyler, sağolun."
"üçüncü raya dikkat et. altın rengindedir, temas etme kül olursun."
merdivene doğru yürüdüm, beni izlediklerini hissedebiliyordum, her üçüncü raya geldiğimde nasıl sıçradığımı görmeliydiniz, ayışı-ğının altında yumuşak ve sakin bir görünümleri vardı.merdivene vardım ve hayata dönmüş gibi hissettim kendimi, merdivenin indiği yerin hemen yanında bir bar vardı, kahkaha sesleri geldi içerden, bara girip oturdum, adamın teki annesinin ona ne kadar düşkün olduğunu, nasıl piyano dersi aldırdığını ve her seferinde sarhoş olmak için ondan parayı nasıl sızdırdığını anlatıyordu, bütün bar kırılıyordu gülmekten, ben de başladım gülmeye, dahiydi adam, dehasını karşılık beklemeksizin saçıyordu, bar kapanana kadar güldüm, sonra dağıldık, herkes yoluna gitti.
kısa bir süre sonra ayrıldım New York'dan, bir daha da gitmedim, gitmeyeceğim de. kentler insanları öldürmek için inşa edilirler, ve bazı kentler insana kısmetli gelir bazıları gelmez, çoğu gelmez. New York'da çok kısmetli olmak gerekir, o kadar kısmetli olmadığımı biliyordum, derken Kansas City'de güzel bir otel odasında buldum kendimi, yan odada idarecinin bana kıçını satamadığı için hizmetçiyi marizleyişini dinledim, gerçek, huzurlu ve olağandı her şey bir kez daha. yatağımda oturup çığlıkları dinledim, bardağıma uzandım, yarısını diktim, sonra da temiz çarşafların üstüne yayıldım, fena vuruyordu adam. kızın başının duvara çarpıp geri geldiğini duyabiliyordum.
belki ertesi gün, yolculuğun yorgunluğunu attıktan sonra denerdim hatunu, kıçı çok hoştu, pezevengi kıçına vurmuyordu EN AZINDAN. New York'dan çıkmıştım, hayattaydım, hemen he-
men..
---
askeri üniforma giymiş tipin teki yanıma gelip, "Kennedy'yi de hakladıklarına göre oturup bu konuda yazarsın herhalde," dedi. yazar olduğunu iddia ediyor, kendi oturup yazsa ya? kirli hayalarını toplayıp küçük edebi torbalarına koyma işi hep bana kalıyor nedense? şu anda dava üstünde yeterli sayıda uzman çalışıyor kanımca -Uzmanların ve Suikastçıların On yılı. böyle geçecek tarihe bu on yıl. içlerinde birinin bile kuru köpek boku kadar değeri yok. suikast gibi bir durumda değerli sayılabilecek birini kaybetmenin ötesinde
siyasi, ruhani ve toplumsal kazançlarımızı da yitirmemiz söz konusu, ve var bunlar, her ne kadar yüksekten attığımı düşünseniz de. demek istediğim, bir suikast krizinde insanlık karşıtı, gerici güçler, önyargılarını güçlendirip barın son lanet taburesinden Özgürlüğü devirmek için her tür kırılmayı bahane sayarlar, insanlıkla ilgilenip faal olmak gerektiğini söyleyerek kutsallaşmak istemiyorum Ca-mus'nün yaptığı gibi (denemelerini okuyun) çünkü insanlığın büyük bir bölümü midemi bulandırır, bir şeyleri kurtaracaksak bu ancak mutluluk, gerçek ve akış kavramlarına yepyeni bir yaklaşımla mümkün olabilir; titreşimsel algılama ile. henüz katledilmemiş çocuklar için geçerli bu, ama onlar da katledilecek, bire yirmi beş bahse girerim, çünkü hiç bir yeni kavrama müsade edilmeyecek -güç çetesi için fazlası ile yıkıcı olabilir, hayır, Camus değilim ben, ama, canlarım, teneke kafalıların trajediyi bu kadar küçümsemeleri beni rahatsız ediyor.
Vali Reagan'ın açıklaması, kısmen: "sıradan, ahlaklı, yasalara saygılı, içinde Allah korkusu taşıyan vatandaş da olanlardan benim ve sizin kadar endişe duyuyor.
"o ve hepimiz ülkemizde son on yılda giderek yaygınlık kazanan bir görüşün kurbanlarıyız -kişinin riayet edeceği yasaları seçme özgürlüğü olduğunu, bazı amaçlar için yasaların çiğnenebileceğ
Tarih: 2020-06-02 21:18:16 Kategori: Edebiyat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx